Hudeybiye Antlaşması
Hudeybiye Antlaşması
Peygamber efendimizin hayatı kategorimizde bu günkü yazımız ” Hudeybiye Antlaşması “ konu ile ilgili tüm bilgiler bu yazımızda paylaşılmıştır. Hudeybiye Antlaşması Hicretin 6. senesi, Zilkâde ayı. (Milâdî 628) Rıdvan bîatı, Kureyşlileri fazlasıyla korkutmuştu. Peygamberimiz (s.a.v.)’in üzerlerine yürüyeceği endişesine kapılarak, alelacele sulh teklifinde bulunmak gayesiyle bir heyet gönderdiler. Heyette şu isimler vardı: Süheyl bin Amr (başkan), Huveytip bin Abdü’l-Uzzâ ve Mikrez bin Hafs.
Kureyş müşrikleri üç kişilik bu heyete şu direktifi vermişlerdi:
“Gidin, Muhammed’le sulh anlaşmasında bulunun. Fakat buradan dönüp gitmek şartıyla. Eğer bu şartı kabul etmezse anlaşmaya yanaşmayın.”
Peygamber Efendimiz (a.s.m.), Süheyl’in gelişini, isminin “kolaylık” mânâsını ifade etmesinden dolayı hayra yorarak, sahabîlerine,
“Artık, işiniz bir derece kolaylaştı! Kureyşliler, sulh yapmak istedikleri zaman hep bu adamı gönderirler.” buyurdu.
Sulh Heyeti Peygamberimiz (s.a.v.)’in Huzurunda
Kureyş elçisi Süheyl bin Amr, Resûlullahın huzuruna vardı. Önünde iki dizinin üzerinde diz çöktü. Peygamber Efendimiz ise bağdaş kurmuştu. Müslümanlar da çevresinde oturmuşlardı.
Süheyl bin Amr uzun uzadıya konuştu. Sonra Peygamber Efendimize sulh teklifinde bulundu. Peygamber Efendimiz sulh tekliflerini kabul etti. Bundan sonra sulh şartlarının müzakeresi yapıldı. Onlarda da anlaşmaya varıldı. Sıra anlaşma şartlarının yazılmasına gelmişti. Hz. Ali musalâhanın şartlarını yazmak üzere kâtip tayin edildi.
Peygamberimiz (s.a.v.), Hz. Ali’ye, “Yaz! “Bismillahirrahmanirrahim.” dedi.
Süheyl bin Amr, buna itiraz etti. “Biz, Bismillahirrahrrıanirrahim’i bilmiyoruz. Sen böyle yazma!” dedi.
Resûl-i Ekrem, “Öyle ise nasıl yazalım?” diye sordu.
Süheyl, “Bismike Allahümme, yaz” dedi.
Kureyşliler, eskiden beri “Bismillahirrahmanirrahim” yerine “Bismike Allahümme”yi kullanırlardı.**
Peygamber Efendimiz, “Bismike Allahümme de güzeldir.” buyurduktan sonra Hz. Ali’ye, “Haydi yaz: Bismike Allahümme” diye emretti. Hz. Ali de aynı şekilde yazdı.
Bundan sonra Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Ali’ye şöyle yazmasını emretti:
“Bu, Muhammed Resûlullahın, Süheyl bin Amr’la üzerinde anlaşmaya varıp sulh oldukları, icabının taraflarca yerine getirilmesi kararlaştırılıp imzaladığı maddelerdir.”
Kureyş heyeti başkanı Süheyl yine itiraz etti,
“Vallahi, biz senin gerçekten Allah’ın Resûlü olduğunu kabul edip tanımış olsaydık, Beytullahı ziyaretine mani olmaz ve seninle çarpışmaya kalkmazdık.” dedi.
Peygamber Efendimiz, “Peki nasıl yazalım?” buyurdu.
Süheyl, “Muhammed bin Abdullah diye kendi ismini ve babanın ismini yaz.” dedi.
Peygamber Efendimiz, “Bu da güzeldir” buyurduktan sonra, Hz. Ali’ye, “Yâ Ali, sil onu. Sil de Muhammed bin Abdullah yaz” diye emretti.
Hz. Ali, “Hayır! Vallahi, ben Resûlullah sıfatını hiçbir zaman silemem.” diye yemin etti.
Bu arada Müslümanlar da, Hz. Fahr-i Âleme karşı besledikleri muhabbet ve hürmetlerinin eseri olarak, “Biz, Resûlullah Muhammed’den başkasını yazdırmayız. Ne diye dinimiz uğrunda bu eksikliği, bu hakareti kabul ediyoruz?” diye yüksek sesle konuşmaya başladılar.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Müslümanlara seslerini kısmalarını ve susmalarını mübârek elleriyle işâret buyurdu. Birden sustular. Bundan sonra Peygamber Efendimiz Hz. Ali’ye, “Bana o sıfatın geçtiği yeri göster.” dedi.
Hz. Ali, “Resûlullah” kelimesinin geçtiği yeri gösterdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz de onu eliyle sildi. Yerine ise “İbni Abdullah (Abdullah’ın oğlu)” kelimelerini yazdırdı.
Peygamber Efendimizin, sulha ciddi taraftar olduğunu, sulha giden yoldaki manileri ortadan kaldırmaya ne kadar gayret gösterdiğini bu bir iki numûneden de anlamak mümkündür.
Musalaha Maddeleri
Müşrik heyetinin yukarıdaki itirazları, Müslümanların bu itirazları kabul etmeyişleri ve Peygamber Efendimizin her iki tarafı yatıştırması sonunda sıra musalaha maddelerinin yazılmasına gelmişti.
Resûl-i Ekrem Efendimiz ile müşrik elçiler arasında geçen konuşmalardan sonra karara bağlanan maddelerden mühimleri şunlardır:
1. Müslümanlarla müşrikler, huzur ve emniyet içinde yaşamalarını devam ettirmek için birbirleriyle 10 yıl harp etmeyeceklerdir.
2. Peygamberimiz (s.a.v.) ve sahabîler bu yıl Mekke’ye girmeyip, geri dönecekler, ancak gelecek yıl yanlarına yalnız yolcu silahı olan kılıç bulundurmak şartıyla gelip Kâbe’yi tavaf edecekler ve ancak Mekke’de üç gün kalacaklardır. Müşrikler ise, o sırada şehri boşaltacaklardır.
3. Medine’deki Müslümanlardan Mekke’ye iltica edenler Müslümanlara iâde edilmeyecek, fakat Mekke’den Medine’ye velev Müslüman dahi olsalar iltica edenler, istendiği takdirde geri verileceklerdir.
4. Arap kabilelerinden isteyen Peygamberimiz (s.a.v.) ile isteyen de Kureyş ile birleşmekte serbest olacaklardır.
Ashab-ı Kiram’ın Hiddet ve İtirazı
Resûl-i Ekrem Efendimiz her ne surette olursa olsun Kureyş müşriklerini bir musalaha yazısı ile bağlamak ve bu surette İslâmın siyasî kudret ve mevcudiyetini hem onlara hem de bütün Arabistan halkına göstermek ve tanıtmak istiyordu. Bu sebeple, Kureyş heyet başkanı Süheyl’in zahiren Müslümanların aleyhinde görülen teklif ve maddelerini de kabul ediyordu. Bu inceliği bir anda kavrayamayan ashab-ı güzin başından beri hem hiddetleniyor hem de zaman zaman itiraz ediyordu.
Hattâ, Kureyş heyet başkanı Süheyl, Peygamberimiz (s.a.v.)’e, “Sizden biri bize gelirse reddetmeyelim. Amma bizden size bir adam gelirse Müslüman olsa bile geri vereceksin.” diye teklifte bulunduğu zaman, Müslümanlar birden hiddete gelerek, “Sübhanallah! Müslümanların yanına gelmiş bir Müslüman, müşriklere tekrar nasıl geri çevrilir?” diye itiraz etmişlerdi. Sonra da Peygamber Efendimize, “Yâ Resûlallah! Bu şartı da kabul edecek misin?” diye hayretle sormuşlardı.
Her şeye rağmen bir sulh akdedip, Kureyş müşriklerine İslâm devletini resmen tanıtmak arzusunda olan Peygamber Efendimiz, Müslümanların bu itiraz ve suallerine şöyle cevap vermişti:
“Evet, bizden onlara gidecek olanları Allah bizden uzak etsin! Onlardan bize gelip, geri çevireceğimiz kimseleri de muhakkak Allah biliyor! Onlar için elbette bir genişlik, bir çıkar yol yaratacaktır.”
Ebû Cendel Hadisesi
Antlaşma maddelerinin yazılması bitmişti. Fakat taraflarca henüz imzalanmamıştı.
Tam o sırada, zincire vurulmuş birinin kendini Müslümanların arasına attığı görüldü. Gariptir ki bu, Kureyş murahhas heyeti başkanı Süheyl bin Amr’ın oğlu Ebû Cendel idi. İslâm şerefiyle şereflenmesine, müşrikler, ayaklarını zincire vurmakla karşılık vermiş ve onu hapsetmişlerdi. Ebû Cendel hapsedildiği yerden bir fırsatını bularak kaçmış ve Mekke’nin alt tarafından kimsenin göremeyeceği yollardan bin bir zorlukla Hz. Resûlullahın huzuruna çıkagelmişti. O sırada babası Süheyl henüz Müslümanların karargâhında bulunuyordu.
Ebû Cendel, bizzat babasın kendisine revâ gördüğü dayanılmaz işkence ve eziyetlerden kurtulmak için kendisini Hz. Fahr-i Âlemin ayakları dibine atmış, ona iltica etmişti. “Beni kurtar!..” diyordu.
Ne var ki, az evvel yapılan anlaşma buna imkân vermiyordu. Nitekim, oğlunun geldiğini gören Süheyl, onu Peygamberimiz (s.a.v.)’den geri istedi:
“İşte! Sulh şartları gereğince bana geri vereceğin kişilerden ilki budur.” dedi.
Peygamber Efendimiz, “Biz, sulh anlaşmasını henüz imzalamış değiliz.” buyurdu.
Süheyl diretti:
“Vallahi ben de sizinle hiçbir madde üzerinde sulh olmam!” dedi, ”
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, “Haydi, bu seferlik bunu bana bağışla ve yazıyı imza et.” buyurdu.
Süheyl’in bunu kabule asla niyeti yoktu, “Ben, bunu asla anlaşma dışında tutamam ve sana bırakamam.” dedi.
Peygamber Efendimiz tekrar, “Hayır! Bunu benim hatırım için yapacaksın.” buyurdu. Buna rağmen Süheyl inadından vazgeçmedi:
“Ben bunu asla yapamam.”
Resûl-i Ekrem Efendimiz, iki müşkil durumla karşı karşıya kalmıştı. Ebû Cendel’i geri vermek demek, onu bile bile eziyet ve işkence çemberi içine atmak demekti. Vermediği takdirde, Kureyş heyeti anlaşmayı feshedecekti. Halbuki o birçok sebeplerden dolayı bunu istemiyordu. Ama her şeyden önce söz vermiş, anlaşma yapmıştı.
Elinde başka çaresi kalmayan Peygamber Efendimiz, teessür içinde Ebû Cendel’i babasına teslim etmek zorunda kaldı.
Ebû Cendel’in feryadı Müslümanların gönlünü dağlıyordu:
“Yâ Resûlallah! Ey Müslümanlar! Siz, beni bana eziyet etsinler, işkencelere uğratsınlar diye mi, bunlara teslim ediyorsunuz? Siz benim eziyet çekmeme rıza mı gösteriyorsunuz?”
Fakat, ne çare Ebû Cendel artık babasının merhametsiz pençesinde bulunuyordu. Acıklı feryadı, imdad dilemesi, Müslümanların gözlerini yaşlarla doldurdu. Ama, Hz. Resûlullah teslim etti diye seslerini çıkaramıyorlar, yapılan zulmü sinelerine çekiyorlardı. Hz. Resûlullah, teslim etmemiş olsaydı, Ebû Cendel’in bu feryad ve figânını imkânı yok cevapsız bırakmazlardı. Canları pahasına da olsa onu insafsız ellerden kurtarırlardı.
Peygamber Efendimiz, babası tarafından alınan Ebû Cendel’e şöyle buyurdu:
“Biraz daha sabret! Biraz daha maruz kaldıklarına göğüs ger! Bunların ecrini mükâfatını Allah’tan dile! Muhakkak Allah, senin ve yanında bulunan kimsesiz Müslümanlar için bir ferahlık, bir çıkar yol yaratır. Onlara vermiş olduğumuz söze vefasızlık edemeyiz.” buyurdu.
Hz. Ömer’in Peygamberimiz (s.a.v.)’e Sorusu
Ebû Cendel, Kureyş müşrikleri tarafından geri alınırken, Hz. Ömer, Peygamber Efendimizin huzuruna çıktı ve
“Yâ Resûlallah! Onu Kureyşlilere ne için geri veriyoruz? Dinimiz uğrunda bu hakareti ne diye kabul ediyoruz?” dedi.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz şöyle buyurdu:
“Biz bu iş hakkında onlarla anlaşma yapmış bulunuyoruz! Dinimizde ahde vefasızlık yoktur?”
Efendimizden bu cevabı alan Hz. Ömer, bu sefer Ebû Cendel’in yanına sokuldu ve kılıcını ona doğru yaklaştırarak şu teklifi yaptı:
”Ey Ebû Cendel! Şüphesiz, müşriklerin kanı köpeklerin kanı gibi değersizdir. İnsan Allah yolunda babasını da öldürebilir. Öldür gitsin şu babanı.”
Ebû Cendel, “Sen, neden öldürmüyorsun?” diye sordu.
Hz. Ömer, “Resûlullah (a.s.m.), onu ve başkalarını öldürmeyi bana yasakladı.” cevabını verince Ebû Cendel,
“Ben Resûlullaha itaatte senden geride kalmak istemem.” dedi.
Müslümanların Sadakât İmtihanı
Sahabîler, çok arzuladıkları halde, Kâbe-i Muazzamayı ziyaret ve tavaftan alıkonmuşlardı. Bunun yanında Hz. Resûlullah anlaşma ile görünüşte aleyhlerinde olan bir takım ağır hükümleri de kabul etmiş ve altına imza atmıştı. Sebep ve hikmetlerine gereği gibi nüfuz edemediklerinden dolayı bu durum, son derece sahabîlerin güçlerine gitti. Manen rahatsızlık duydukları, hâl ve davranışlarından belli oluyordu.
Kendi âleminde, böylesine ağır şartlara evet dememin bir türlü izahını bulamayan Hz. Ömer, huzura varmadan edemedi. Peygamberimiz (s.a.v.)’e,
“Sen Allah’ın hak peygamberi değil misin?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem, “Evet, ben Allah’ın peygamberiyim.” buyurdu. Sonra da aralarında şöyle bir konuşma oldu:
“Biz Müslümanlar hak, düşmanlarımız olan müşrikler ise bâtıl üzere bulunmuyorlar mı?”
“Evet, öyledir.”
“Bu halde dinimizi küçük düşürmeye niçin meydan veriyoruz?”
“Ey Hattab’ın oğlu, ben Allah’ın kulu ve Resûlüyüm. Allah’ın emirlerine aykırı harekette bulunamam. Bu muâhede maddelerini kabul etmekle de Allah’a isyan etmiş değilim. O, beni hiçbir zaman zarara uğratmayacaktır.”
“Sen bize Allah’ın nusret buyuracağını, gidip Kâbe’yi hep beraber tavaf edeceğimizi vaad etmiş değil miydin?”
“Evet, vaad etmiştim. Ancak, bu yıl gidip tavaf edeceğimizi söylemiş miydim?”
“Hayır!..”
“O halde tekrar ediyorum: Sen muhakkak Mekke’ye gidecek ve Kâbe’yi tavaf edeceksin.”
Hz. Ömer’in, Hz. Ebû Bekir’le Konuşması
Hz. Ömer, buna rağmen iç âleminde kabarmış duygularını teskin edemiyordu. Bu sefer Hz. Ebû Bekir’in yanına gitti. Onunla da aralarında şu konuşma oldu:
“Ey Ebû Bekir, bu zât, Allah’ın hak peygamberi değil midir?”
“Evet, o Allah’ın hak peygamberidir.”
“Peki biz Müslümanlar hak üzere, düşmanlarımız ise bâtıl üzere değiller mi?”
“Evet, bizler hak üzereyiz, düşmanlarımız ise batıl üzeredirler!”
“O halde, dinimizi küçük düşürmeye niçin meydan veriyoruz?”
“Ey Ömer, o, Allah’ın Resûlüdür. Bu muâhedeyi yapmakta Rabbine asî olmuş değildir. Allah onun yardımcısıdır. Sen, onun emrine itaat et!”
“O, bize Medine’de; ‘Beyt-i Şerife varacağız, tavaf edeceğiz.’ demedi mi?”
“Evet, ama, sana, ‘Beytullaha bu yıl gidecek ve tavaf edeceksin.’ diye mi haber verdi?”
“Hayır!..”
“Sen, muhakkak, yakın bir zamanda Beytullaha gidecek ve onu tavaf edeceksin.” dedi.
Hz. Ömer’in İtiraf ve Nedâmeti
Hz. Ömer, o günkü halet-i ruhiyesini ve sonradan duyduğu nedâmeti şöyle anlatır:
“Ben, hiçbir zaman o günkü gibi bir musibete uğramadım. Peygambere hiçbir zaman başvurmadığım bir biçimde başvurmuştum. Eğer o gün, kendi görüşümde bir topluluk bulsaydım, bu musalaha ve muâhede yüzünden hemen bunların içinden ayrılır, onların yanına varırdım.”
“Nihayet, Allah Teâla, işin sonunu hayır ve rahmet kıldı. Resûlullah ise, işin böyle olacağını çok iyi biliyormuş.”
“O gün, Resûlullaha (a.s.m.) karşı sarfetmiş olduğum sözlerimden duyduğum korkudan dolayı, neticenin hayır olmasını ümit ederek oruçlar tutmaktan, sadakalar vermekten, namazlar kılmaktan ve köleler azâd etmekten geri durmadım.”
Resûl-i Ekrem Efendimiz, muâhede ve musalaha işini bitirdikten sonra, sahabîlere,
“Artık kalkınız, kurbanlıklarımızı kesip sonra başlarınızı tıraş ediniz.” diye seslendi.
Ne var ki, Hz. Resûlullaha sonsuz hürmet ve muhabbetlerine rağmen sahabîlerin hiçbirinde bu emir karşısında bir hareket görülmedi. Peygamber Efendimiz, emrini ikinci bir kez tekrarlamak zorunda kaldı:
“Kalkınız, kurbanlıklarınızı kesip, sonra başlarınızı tıraş ediniz.”
Fakat, sahabîler aynı şekilde sanki bu emri duymamış gibi davranıyor, kurban kesme ve tıraş olma işine başlamıyorlardı. Resûl-i Ekrem emrini üçüncü kere tekrarladı:
“Kalkınız, kurbanlıklarınızı kesip, sonra başlarınızı tıraş ediniz.” buyurdu.
Yine sahabîlerden bu konuda bir hareket görülmedi. Emrini üç kere tekrarlamasına rağmen, ashabdan kimsenin kalkmadığını gören Hz. Fahr-i Âlem, dönüp hanımı Hz. Ümmü Seleme’nin yanına gitti:
“Ey Ümmü Seleme! Nedir şu halkın tutumu? Onlara; ‘kurbanlıklarınızı kesiniz, başlarınızı tıraş ediniz’ diye tekrar tekrar söylüyorum. Fakat hiçbiri emrime icabet etmiyor.” diyerek sahabîlerin bu durumundan şikâyet etti.
Müstesna zekâ ve fazilet sahibi olan Hz. Ümmü Seleme şöyle dedi:
“Yâ Nebiyyallah! Bu işi yapmak istiyor musunuz? O halde şimdi dışarı çıkınız, sonra kurbanlık develerini kesinceye ve berberini çağırıp o seni tıraş edinceye kadar ashabdan hiçbirisine bir kelime bile söylemeyin. Çünkü, sen kurbanını kesecek ve tıraş olacak olursan, halk da öyle yapar.”
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (a.s.m.), dışarı çıktı. Hiç kimseyle görüşmeden ve hiç kimseye bir şey söylemeden, ihramını sağ koltuğu altından çıkarıp sol omuzuna attı. Kurbanlık develerini kesti. Ve berberi Huzaâlı Hıraş bin Ümeyye’yi çağırıp tıraş oldu.
Bunu gören sahabîler de derhal kurbanlık develerini kesmeye ve başlarını tıraş ettirmeye başladılar. Hz. Ümmü Seleme der ki:
“Kurbanlıklara öylesine koştular, öylesine yığıldılar ki, neredeyse birbirlerine ezeceklerdi.”
Sahabîlerin, Resûlullaha muhalefet etmek için tekrarlanan emrini yerine getirmeyip bekledikleri elbette söylenemez. Belki onlar, çok ağır buldukları muâhede ve musalaha hükümlerinin vahiy ile ortadan kaldırılacağını düşünüyor ve bu vahiy ile Peygamber Efendimizin (a.s.m.), verdiği emirden vazgeçeceğini umuyorlardı. En azından, umre amellerini tamamlayabilmek için Mekke’ye girmelerinin temin edilebileceğini ümit ediyorlardı. Bunun gerçekleşmesi için de bekliyorlardı. Nitekim, bu hususta herhangi bir vahyin inmediğini ve Hz. Resûlullahın da kurbanlık develerini kesip, mübârek başlarını tıraş ettirdiğini görünce, onların da Resûl-i Kibriyâya (a.s.m.), muhalefet etmiş duruma düşmemek için süratle kurbanlık develerini kesmeye ve başlarını tıraş ettirmeye başladıkları görülüyordu.
Bu hadiseden, ayrıca Hz. Ümmü Seleme’nin de müstesna bir zekâ ve fazilete sahip olduğunu anlıyoruz. Hattâ,
“Ümmü Seleme’nin Hudeybiye’de gösterdiği dirâyet ve fetâneti İslâm tarihinde hiçbir kadın göstermemiştir.” denilmiştir.
Peygamberimiz (s.a.v.)’in Duâ Etmesi
Sahabîlerden bir kısmı başını kazıttırıyor, kimisi de kısaltıyordu. Bunu gören Efendimiz,
“Allah başlarını kazıttıranlara rahmet etsin.” diye duâ etti.
Saçlarını kısalttıran sahabîler bu duâ karşısında bir an tereddüt geçirdiler. Aynı duâyı kendilerine de yapmalarını Efendimizden rica ettiler. Peygamberimiz (s.a.v.) yine, “Allah başlarını kazıttıranlara rahmet etsin.” diye duâ etti.
Sahabîler üçüncü kere, “Yâ Resûlallah! Kırptıran, kısalttıranlara da duâ et.” deyince, Resûl-i Ekrem,
“Allah saçlarını kırptıran, kısalttıranlara da rahmet etsin.”
diyerek onları da duâsının içine dahil etti. Sahabîler,
“Yâ Resûlallah! Neden saçlarını kırptıran, kısalttıranları hariç tutup, saçlarını kazıttıranlara rahmet diledin?” diye sordular.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, cevaben şöyle buyurdu:
“Çünkü, saçlarını kazıttıranlar, emre tam uyup diğerleri gibi şüpheye düşmediler.”
Sahabîler tıraş olduktan sonra, Allah tarafından estirilen bir rüzgâr, saçlarını Harem-i Şerife doğru uçurup götürdü. Onlar bunu umrelerinin kabulüne bir işâret sayarak birbirlerine müjdelediler.
Hudeybiye’den Ayrılış
Server-i Kâinat Efendimiz, ashabıyla birlikte yirmi gün kadar kaldıktan sonra Medine’ye dönmek üzere Hudeybiye’den ayrıldı.
Ashab-ı Kiram, Kâbe-i Muazzama’yı ziyâret edemeyip döndüklerinden dolayı çok üzgün idiler. Bu sırada Resûl-i Kibriyâ Efendimize, Mekke ile Medine arasında bulunan Kürâü’l-Gamîm mevkiinde Müslümanların yakında büyük fetihlere kavuşacaklarını müjdeleyen Fetih Sûresi nâzil oldu:
“Biz sana apaçık bir fetih yolu açtık.”
Cenâb-ı Hak, indirdiği aynı Sûrede, ayrıca Server-i Kâinat Efendimizle Müslümanların kısa zaman sonra gidip Kâbe’yi tavaf edeceklerini de haber veriyor ve Resûlünün gördüğü rüyâyı tasdik ediyordu:
“And olsun ki Allah, Resûlünün gördüğü rüyanın hak olduğunu tasdik etti. İnşaallah hepiniz emniyet içinde ve saçlarınızı tıraş etmiş veya kısaltmış olarak Mescid-i Harâma gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bilir; onun için, Mekke’nin fethinden önce size yakın bir fetih daha ihsân etti.”
Hz. Ömer, Medine’ye dönüşte, yol esnasındaki halet-i ruhiyesini ve Fetih Sûresinin nazil oluşunu şöyle anlatmıştır:
“Hudeybiye’den dönerken, Resûlullahın (a.s.m.) yanında gidiyordum. Ona bir şey sordum. Bana cevap vermedi. Tekrar sordum. Yine cevap vermedi. Üçüncü kere sordum. Yine cevap vermedi.”
“Kendi kendime: ‘Ey Hattab’ın oğlu! Annen seni kaybetsin de yok olasın! Bak, Resûlullaha üç kerre sordun durdun da Resûlullah sorularına hiçbir cevap vermedi. Sen aleyhinde Kur’an’dan âyet inmesini hakettin!’ dedim.”
“Aleyhimde âyet inmesinden korkarak devemi sürüp halkın tâ önüne geçtim. Sanki her şey beni tutup sıkıyordu. Aradan çok geçmeden bir münadinin, ‘Ey Ömer bin Hattab!’ diyerek bana seslendiğini duydum. Kendi kendime, ‘Ben, zaten aleyhimde âyet inmiş olmasından korkmuştum!’ dedim.”
“Kalbime öylesine bir korku çökmüştü ki, onu ancak Allah bilir. Hemen döndüm. Resûlullahın huzuruna vardım. Selâm verdim. Selâmıma karşılık verdi. Oldukça sevinçli idi:
“‘Ey Hattabın oğlu! Bana bu gece bir Sûre indi ki o, bana üstünde güneş doğan her şeyden daha sevgilidir.’ buyurduktan sonra, onu okudu:
“Biz, gerçekten, sana apaçık bir fetih ve zafer kapısı açtık…”
Resûl-i Kibriyâ Efendimize Fetih Sûresinin nazil olması sırasında sâir Müslümanlar da oldukça korkuya kapılmışlardı. İnen vahyin davranışlarıyla ilgili olduğunu sanarak endişe etmişlerdi.
Mücemmi’ bin Câriye, o ânı şöyle anlatır:
“Halk, korka korka develerinin yanına dağılmışlardı. Herkes birbirine soruyordu; ‘Halka ne oluyor?’ diye.
“‘Resûlullaha vahiy gelmiş’ dediler.
“Biz de, halkla birlikte korka korka Resûlullahın yanına doğru vardık. Resûlullah ayakta duruyordu. Halk etrafında toplanınca onlara
“İnna fetehna leke fethan mübînâ…” diye Fetih Sûresinin âyetlerini okudu.
“O sırada, sahabîlerden birisi, ‘Yâ Resûlallah! Bu muâhede bir fetih midir?’ diye sordu.
Resûlullah Aleyhisselâm, ‘Evet, hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki bu muâhede, muhakkak bir fetihtir!’ buyurdu.”
“Hudeybiye Büyük Bir Fetih’tir”
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Medine’ye doğru ashabıyla gelirken bir sahabînin,
“Beytullahı tavaftan alıkonulmuşuz, kurbanlıklarımızın Haremde kurban edilmelerine de mani olunmuştur. Müslüman olarak da bize gelip sığınanları Resûlullah onlara geri çevirmiştir. Bu nasıl ve ne biçim fetihdir?”
dediği kendisine haber verildi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Bu, ne kötü bir sözdür.” buyurduktan sonra, Hudeybiye’nin büyük bir fetih olduğunu şöylece izah etti:
“Evet! Hudeybiye Sulhü en büyük fetihdir. Müşrikler, sizin kendi beldelerine gidip gelmenize ve işinizi görmenize râzı olmuş, gidip gelirken de emniyet içinde bulunmanızı istemişlerdir.”
“Onlar şimdiye kadar hoşlanmadıkları İslâmiyeti de böylece sizlerden görecek, öğreneceklerdir. Allah, sizi, onlara galip getirecek, gittiğiniz yerden sağ salim ve kazançlı olarak geri döndürecektir! Bu ise, fetihlerin en büyüğüdür.”
Hz. Resûlullahın böylesine kesin konuşmasından sonra sahabîlerin de gönlüne bir ferahlık geldi. Sulhün bir fetih olduğunu şöyle itiraf ettiler:
“Vallahi, yâ Resûlallah, bizler, bunu senin düşündüğün gibi düşünmemiştik! Muhakkak ki sen, Allah’ın emirlerini bizden daha iyi bilirsin.”
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ashabıyla birlikte bir ay süren seferden sonra Zilhicce ayı başında Medine’ye geldi.
Hudeybiye Antlaşmasına Kısa Bir Bakış
Kendilerini Kâbe’yi ziyâret ve tavafa hazırlamış olan hakikat ve doğruluğa müştak sahabîler, maddelerin dış görünüşüne bakıp, Hudeybiye muâhede ve musalasının aleyhlerinde olduğu kanaatına varmışlardı. Fakat zamanla sulhun müsbet neticeleri görülmeye başlanınca, Resûl-i Ekrem Efendimizin (a.s.m.), kararında ne kadar haklı olduğunu ve endişelerine de mahal bulunmadığını anladılar.
– Her şeyden evvel, İslâmın amânsız düşmanı olan Kureyş müşrikleri bu sulh ile İslâm devletini resmen tanımış oluyorlardı.
– Ayrıca bu sulh, diğer fetihlere de bir başlangıç olmuş, fetih kapılarının açılması için bir anahtar teşkil etmiştir. Nitekim bu sulhu, daha doğrusu bu mânevi fethi, kısa bir zaman sonra Hayber’in fethi ve ondan sonra da Mekke Fethinin takip ettiğini görüyoruz.
– Yine bu sulh sayesinde, Müslümanlar için mânevî tebliğlerini harp ve darptan uzak, emniyet ve huzur içinde yerine getirebilecek bir zemin ve imkân doğmuştur. Müslümanlarla müşrikler arasında birbirlerinin vücudunu ortadan kaldırmak için cereyan eden harpler sebebiyle kimse kimseyle temas edip görüşme imkânı bulamıyordu. Bu sulh devresiyle İslâmın ve Müslümanların işine yarayacak bu geniş imkân meydana geldi.
– Her ne kadar maddî kılıç bir müddet kınına sokulu durduysa da, Kur’an-ı Hakîmin parlak mânevî kılıcı ortaya çıktı, kalb ve akılları fethe başladı. Anlaşma sayesinde Müslümanlarla, müşrikler birbirleriyle serbestçe görüşme imkânı buldular. Müslümanların yaşayışlarıyla gösterdikleri İslâmın güzellikleri onları kendilerine cezbetti. Kur’an’ın sönmez nurları kavim ve kabilelerin inad ve taassublarını kırıp, mânevî hükmünü icrâ etti. Meselâ, bir harp dâhisi olan Halid bin Velid ve bir siyâset dâhisi bulunan Amr bin Âs gibi, maddî kılıçla mağlubiyeti kabul etmek istemeyen zâtlar, bu sulh sayesinde Kur’an’ın mânevî kılıcının cazibesinden kendilerini kurtaramayıp, Hz. Resûlullahın huzuruna çıkarak teslimiyetlerini arz etmiş, Müslüman olmuşlardır.
– Aynı şekilde sulhün tanıdığı imkân dolayısıyla Mekke’den Medine’ye, Medine’den Mekke’ye ziyâretler, ticarî münasebetler başladı. Kureyş müşrikleri Müslümanları yakından tanıma fırsatını buldular. Onların doğruluklarına, dürüstlüklerine şahid oldular. Müslümanların nasıl bir hürriyet havası içinde yaşadıklarını yakından takib ettiler. Bu arada Müslümanların telkin ve tavsiyesiyle birçok müşrik îmân dairesine girdi. Kimisi de îmân ve İslâma karşı besledikleri düşmanlıklarını yumuşatarak, imâna karşı meyil gösterdi.
– Hudeybiye Sulhundan Mekke’nin fethine kadar geçen iki sene zarfında Müslüman olanların sayısı, Resûl-i Ekrem Efendimizin peygamber olarak gönderilişinden sulh gününe kadar geçen yaklaşık yirmi seneye yakın zaman içinde Müslüman olanlardan çok daha fazla olmuştur. Umre maksadıyla yola çıkan sahabîlerin sayısı bin dört yüz iken, iki sene sonra Mekke’nin fethine gidildiğinde bu sayı on bini buluyordu. Bu da, Hudeybiye Sulhunun ne kadar yerinde yapılmış bir anlaşma olduğunu açıkça göstermektedir.
– Kur’an’ın Hudeybiye Sulhunü “Feth-i Mübîn”, yani apaçık bir fetih olarak tavsif etmesi de, dikkat çekicidir. Halbuki Müslümanlar, daha evvel de küçümsenmeyecek zaferler elde etmişlerdi. Fakat Kur’an’ın bunları değil de Hudeybiye Sulhunu “Feth-i Mübîn” olarak nitelendirmesi, İslâmiyet için asıl hakiki zaferin mânevî sahada olduğu gerçeğine işaret içindi. Nitekim İmamı Zührî, buna işaretle, “İslâmda Hudeybiye Musalahasından önce, ondan daha büyük bir fetih olmamıştır.” demiştir.
İbni Mes’ud’un (r.a.) rivâyeti de aynı meâldedir:
“Siz Fetih olarak Mekkenin fethini kabul ediyorsunuz. Halbuki biz, asıl fetih olarak Hudeybiye Sulhünü sayıyoruz.”
– Hudeybiye Sulhü aynı zamanda, siyasî büyük bir zaferdi. Çünkü, Hayber Yahudilerini, kuvvetli dostları olan Kureyş müşriklerinden tecrid ediyordu. Hayber Yahudileri için artık Kureyş müşrikleri yok demekti. Dolayısıyla buranın fethi de bu sayede daha da kolaylaşıyordu. Nitekim, Resûl-i Ekrem, Medine’ye döndükten birkaç hafta sonra Hayber’in fethine muvaffak olmuştur.
Bütün bu neticeler görüldükten sonra Hudeybiye Sulhu için Kur’an’ın, “Biz sana gerçekten açık bir zafer verdik.” haber ve hükmünün ne kadar mu’cizâne ve veciz olduğu açıkça anlaşılıyordu. Bu vesileyle şu âyet-i kerimeyi de hatırlatalım:
“Hoşunuza gitmese de size zor da gelse, cihad üzerinize farz kılındı. Belki sevmediğiniz şey hakkınızda hayırlıdır. Bazan da sevdiğiniz bir şey sizin için şer olur. Allah her şeyi bilir, siz bilmezsiniz.”