Kaza Umresi

20.06.2021
90
Kaza Umresi

Kaza Umresi

Peygamber efendimizin hayatı kategorimizde bu günkü yazımız ” Kaza Umresi “ konu ile ilgili tüm bilgiler bu yazımızda paylaşılmıştır. Hicretin 7. senesi, Zilkâde ayı. (Milâdî 628.) Bu tarihten bir sene önce, Peygamber Efendimiz ve Ashab-ı Kiramın Kâbe’yi ziyaret edip umre yapmalarına, Kureyş müşrikleri mani olmuşlar ve imzalanan Hudeybiye Anlaşmasıyla Resûl-i Ekrem ve Müslümanların bu niyet ve arzularının tahakkuku bir sene sonraya bırakılmıştı.

Cenab-ı Hakkın yardımıyla Peygamber Efendimiz bu bir sene zarfında bir çok muzafferiyetler elde etmişti. Devrin hükümdarlarını İslâmdan haberdar etmiş ve onları İslâma dâvette bulunmuştu. Bunlardan bir kısmı İslâmiyetle müşerref olmuşlardı. Ayrıca Hayber’i fethederek, hemen hemen Arabistan Yarımadasında bulunan bütün Yahudileri tesirsiz hale getirmişti. Yine, İslâmiyetin gittikçe güç kazandığını, kuvvet elde ettiğini göstermek babında da bir çok kabilelere askeri birlikler göndererek onları itaat altına almıştı.

Bütün bunlardan sonra, Kâbe’yi ziyaret ve umrenin yerine getirilmesi zamanı artık gelmiş bulunuyordu.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Zilkâde ayı girince, Ashabına umre için hazırlanmalarını emretti. Bu emre göre, Hudeybiye Seferine katılmış bulunanlardan hayatta olanların hiçbiri geri kalmayacaktı.

O sırada Medine’ye gelmiş kimsesiz ve yardıma muhtaç birçok Müslüman vardı. Efendimize başvurarak, “Yâ Resûlallah! Bizim ne azığımız, ne de bizi doyuracak bir adamımız var” diyerek durumlarını arzettiler.

Resûl-i Ekrem, ihtiyacı olanlara yardım etmelerini, onlara bakmalarını Medine halkına duyurdu. Bunun üzerine ashab-ı kiram, “Yâ Resûlallah” dediler, “biz, sadaka olarak neyi verelim? Verecek hiç bir şey bulamıyoruz ki.”

Resûl-i Zişan Efendimiz, “Ne olursa, isterse yarım hurma olsun” buyurdu.

Serveri Kâinat Efendimiz, yerine Uveyf bin Azbat’ı vekil tayin ederek, umre için hazırlanmış bulunan 2.000 civarındaki Müslüman ile Medine’den Mekke’ye, Beytullaha doğru yola çıktı. Müslümanlar yanlarında altmış kurbanlık deve götürüyorlardı. Peygamber Efendimiz, kendi kurbanlık devesini bizzat mübarek elleriyle işaretlemişti.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, ayrıca, Kureyş müşrikleri tarafından herhangi bir saldırı ve karşı koymaya maruz kalabilirler düşüncesiyle yüz at ve miğfer, zırh gömlek ve mızrak gibi harp silahları da almıştı. Halbuki, yapılan anlaşma gereği, beraberinde sadece yolculuk silahı sayılan kılıç olacak, o da kınına sokulu vaziyette bulunacaktı. Öyle ise vaadinde hiçbir zaman hulf etmeyen Hz. Resûlullah neden böyle hareket ediyordu? Bu husus sahabîlerin nazarından kaçmadı. Sordular:

“Yâ Resûlallah! Müşriklerle, sadece kınına sokulu kılıçla geleceğine dâir ahdin vardı. Halbuki sen silah taşımaktasın?” dediler.

Hz. Fahr-i Âlem, sebebini şöyle izah etti:

“Biz, bu silahları Hareme, Kureyşlilerin yanına götürmeyeceğiz. Fakat her ihtimâle karşı yanımızda bulunduracağız!”

Müslümanların kalbi heyecan ve sevinçle atıyordu. Muhacirlerin duydukları sevinç ve heyecan ise tarife sığacak gibi değildi. Yedi sene önce terk etmek zorunda kaldıkları baba ocağına kavuşacaklar, Kâbe-i Muazzamayı ziyaret edeceklerdi. Hepsinden de mühimi kendilerini hakir gören, kendilerine olmadık eziyet ve işkencelerde bulunan Kureyş müşriklerine İslâm’ın izzet, şeref, azamet ve haşmetini göstereceklerdi. Bu sebeple gönülleri heyecan doluydu.

Zülhuleyfe mevkiine varılınca Resûl-i Ekrem Efendimiz Muhammed bin Mesleme’nin kumandanlık ettiği süvarilerle birlikte silah yüklerini ve kurbanlık develeri önden gönderdi ve orada ihrama girdi.*

Artık, etraf Allah Resûlü ve Müslümanların telbiye sadalarıyla âdeta sarsılıyordu:

“Lebbeyk Allahümme lebbeyk!
Lebbeyke lâ şerike leke lebbeyk!
İnnel hamde venni’mete leke ve’l-mülk! Lâ şerike leke.”

Önden giden Muhammed bin Mesleme komutasındaki yüz atlı birliği ve beraberinde götürdükleri silahlar, Merruzzehran mevkiinde müşriklerin birkaç adamı tarafından görüldü. “Nedir bunlar?” diye sordular.

Muhammed bin Mesleme, “Resûlullah Aleyhisselâmın süvarileridir.” dedi ve devam etti: “Kendileri de inşaallah yarın sabah burada olacaklardır.”

Adamlar şaşkına döndüler ve son sür’at yol alarak haberi Mekke’ye ulaştırdılar. Müşrikleri, bir korku ve telaş sardı. Ve “Muhammed üzerimize yürüyor.” diyerek durumdan birbirlerini haberdar ettiler.

Gerçi Hz. Resûlullah Hendek Harbinden sonra, “Artık, onlar bizim üzerimize değil, biz onların üzerine yürüyeceğiz.” buyurmuşlardı, ama bu sefer, o gaye ile tertip edilmiş değildi. Sadece, anlaşmada da belirtildiği gibi Kâbe’yi tavaf etmek, umrelerini yapmak maksadıyla yola çıkmışlardı.

Buna rağmen müşrikler fazlasıyla endişeye kapıldılar. Derhal Resûl-i Ekrem Efendimize işin gerçek mahiyetini öğrenmek için adamlarını gönderdiler.

Telbiye sadalarıyla Zülhuleyfe’den ayrılan Peygamber Efendimiz, Müslümanlarla birlikte Merruzzehran’a geldi. Oradan bütün silahlarını Batn-ı Ye’cec mevkiine gönderdi. Silahları beklemek üzere de Evs bin Havlî başkanlığında iki yüz kişiyi vazifelendirdi.

Daha sonra Peygamber Efendimiz, ashabıyla yol alarak oradan Mekke’nin rahatlıkla görüldüğü Batn-ı Ye’cec mevkiine vardı.

Bu sırada Kureyş temsilcileri çıkıp geldi.

“Yâ Muhammed,” dediler, “herhalde sana, bizim küçük veya büyük herhangi bir hıyânetimiz, vefâsızlığımız haber verilmiş değildir. Buna rağmen, Hareme, kavminin yanına, böyle silahlı mı gireceksin? Halbuki, oraya, yolcu silahı olan kınlarına sokulu kılıçlardan başka bir şeyle girmemek şartını kabullenmiştin?”

Peygamber Efendimiz meseleyi şöyle izah etti:

“Harem’e kınlarında sokulu kılıçlardan başka bir silahla girecek değiliz. Ben çocukluğumdan beri hayatımın her safhasında ancak verdiğim sözde durmakla, vefakârlıkla tanınmış, bilinmişimdir. Fakat, silahların bana yakın bir yerde bulunmasını isterim.”

Kureyş baştemsilcisi Mikrez bin Hafs, aynı sözleri tasdik etti:

“Senden beklenen, sana yaraşan da iyilik ve vefakârlıktır.”

Durum, temsilciler tarafından süratle Kureyşlilere ulaştırıldı. İçlerini kemiren düşmanlık duygusunun eseri olarak, Müslümanların bu muhteşem sevinç ve nuranî bayramlarını yakından temaşa etmemek için, Kureyşliler Mekke’yi boşalttılar.

Peygamber Efendimiz Mekke’de

Hz. Resûlallah, müstesnâ bir ihtişam ve vekarla devesi Kasvâ’nın üzerinde Mekke’ye girdi. Müslümanlar etrafında tecessüm etmiş nurdan yıldızları andırıyorlardı. Bu yıldızların arasında Server-i Kâinat Efendimiz bir güneş gibi parlıyordu. Tam bir intizam ve haşmet içinde adım adım Kâbe’yi Muazzamaya, Beytullaha yaklaşıyorlardı. “Lebbeyk Allahümme lebbeyk” nidâları Mekke’nin her tarafına yayılıyor, dağlar, taşlar bu nûranî sadaya cevap veriyorlardı. Müşrikler ise kuytu yerlerde, dağ başlarında âdeta bu ulvî sadaya kulaklarını tıkamış, bu haşmetli manzara karşısında gözlerini kapatmışlardı.

Kasvâ’nın yuları şâir Abdullah bin Ravâha’nın elindeydi. Hz. Resûlullahın önünde gidiyor ve şu şiirini söylüyordu:

“Ey kâfir oğulları, Resûlullahın yolundan çekiliniz!
Rahman olan Allah, onun Hak Peygamber olduğuna dâir âyetler indirdi.
Bütün hayır ve iyilik Allah Resûlünde ve onun yolundadır.
En hayırlı, en şerefli ölüm de onun yolunda çarpışarak ölmektir!”

Bu ulvî ve nurânî manzara arasında Resûl-i Ekrem ve Müslümanlar telbiyelerle Beytullaha vardılar. Resûl-i Ekrem, Mescid-i Harama girince, omuz ihramının bir ucunu sağ koltuğunun altına alıp, sol omuzunun üzerine atarak sağ omuzunu açtı ve

“Bugün, kendisini, şu şirk ehline kuvvetli ve zinde gösterecek kahramanları Allah rahmetiyle yarlığasın, esirgesin.” buyurdu.

Sonra, Sahabîlere, Kâbe-i Muazzamayı üç kere koşa koşa ve omuzlarını silke silke tavaf etmelerini emretti. Zira, Kureyş müşrikleri; “Yanımızdan çıkıp gittikten sonra Muhammed ve Ashabı hastalık ve yoksulluğa uğramıştır.” diyerek dedikoduda bulunarak, bir nevi kendilerini teselli etmeye çalışıyorlardı.

Cenab-ı Hak, bütün bu dedikodularını sevgili Resûlüne bildirdiği için, o da Ashab-ı Kirama güçlü ve kuvvetli görünmelerini emrediyordu.

Kâbe’yi Tavaf

Hâtemü’l-Enbiya Efendimiz Kasvâ’nın üzerinde idi. Kasvâ’nın yuları ise Abdullah bin Ravâha’nın elindeydi. Sahabîler de sağ omuzlarını açmış, tavaf için bekliyorlardı.

Peygamberimiz (s.a.v.), Hacerü’l-Esved’in yanına vardı ve elindeki değnekle dokunarak onu istilâm etti. Sonra da değneği öptü. Ashab-ı kiram da aynı şeyi yaptı.

Ashab-ı güzin tavafın ilk üç devresinde Peygamberimiz (s.a.v.)’in emri gereği, hızlı hızlı ve çalımlı yürüdüler. Üç tavafı böylece tamamladılar.

Abdullah bin Ravâha, hem Kâbe’yi tavaf ediyor hem de şiir söylemeye devam ediyordu:

“O Allah’ın ismiyle başlarım ki, dininden başka gerçek din yoktur Onun.
O Allah’ın ismiyle başlarım ki, Muhammed Resûlüdür Onun.
Çekilin, ey kâfir oğulları Resûlullahın yolundan!”

Hz. Ömer, bu hareketinden hoşlanmadı:

“Ey İbni Ravâha! Sen, Resûlullahın önünde, Allah’ın Hareminde bu şiiri söyleyip duracak mısın?” diyerek susmasını istedi.

Hz. Ömer’e, Resûl-i Zişân Efendimiz cevap verdi:

“Ey Ömer! Ona manî olma! Vallahi, onun sözleri, bu Kureyş müşriklerine ok yağdırmaktan daha çok tesirlidir.”

Sonra da Abdullah bin Ravâha’ya dönerek, “Devam et! Devam et! Ey İbni Ravâha” dedi.

Aradan bir müddet geçtikten sonra Resûl-i Zişan Efendimiz, Abdullah bin Ravâha’ya şu duayı okumasını emretti:

“Allah’tan başka İlâh ve Ma’bud yoktur! Bir olan Odur! Va’dini gerçekleştiren Odur! Bu kuluna nusret veren Odur! Askerlerine kuvvet veren Odur! Toplanmış bulunan kabileleri bozguna uğratan da yalnız Odur.”

Ashab-ı Kiramda Hz. Resûlullahın öğrettiği bu duayı hep bir ağızdan söylemeye başladılar.

Müşriklerin Şaşkınlığı

Yürekleri düşmanlık, hınç ve kıskançlık dolu müşrik ileri gelenleri, Hz. Resûlullah Efendimizle Ashab-ı Kiramı gözetlemek maksadıyla dağ başlarına çıkmışlardı.

Müslümanların, koşa koşa ve omuzlarını silke silke Kâbe-i Muazzamayı üç kere tavaf ettiklerini görünce, şaşkınlık ve hayretlerini şöyle izhar ettiler:

“Demek, Medine’nin humması, sıtması onları zâif düşürmemiş! Baksanıza yürümeye kanaat etmeyip, silkine silkine koşuyorlar!”

Peygamber Efendimiz, Kâbe’yi yedi kere tavaf ettikten sonra Makam-ı İbrahim’de iki rekât tavaf namazı kıldı. Daha sonra sa’y yapmak üzere Safa Tepesine çıktı. Yine devesi Kasvâ’nın üzerinde olduğu halde, Safâ ile Merve tepeleri arasında yedi kere sa’y yaptı. Merve’de sa’y tamamlandıktan sonra da kurbanların kesilmesine geçildi. Müslümanlar da Merve’de Hz. Resûlullah’la birlikte kurbanlarını kestiler. Yine burada ashabdan Hıraş bin Ümeyye, Resûl-i Ekrem Efendimizin başını kazıdı. Sahabîler de başlarını tıraş ettiler.

Böylece Hz. Fahr-i Âlem Efendimizin Hudeybiye seferinden önce, görmüş olduğu rüyâ aynen çıkmış oluyordu.

Hz. Bilâl’in Ezan Okuması

Umre tamamlandıktan sonra, Hz. Fahr-i Kâinat, Kâbe’nin içine girmek istedi. Ancak müşrikler, “Bu, anlaşmamızda yoktu” diyerek müsaade etmediler.

Öğle vakti girmişti. Kâbe’ye girmesine müsaade edilmeyen Resûl-i Ekrem, Hz. Bilâl’e Kâbe’nin üzerine çıkarak öğle ezanını okumasını emretti. Peygamberimiz (s.a.v.) ve Müslümanlar, Hz. Bilâl’in yanık sesiyle okuduğu ezanı huşû ve huzur içinde dinlerken, müşrik ileri gelenleri tedirgin ve üzgün görünüyorlardı. Herbirinin ağzından nahoş laflar çıkıyordu. Ebû Cehil’in oğlu İkrime, “Allah, Ebû Cehil’e bu kölenin söylediğini işittirmemek ihsanında bulunmuştur.” dedi.

Müşrik Safvan bin Ümeyye, “Şükür ki Allah, bunları görmeden babamı aldı, götürdü.” diyerek tedirginliğini ifâde ediyordu.

Halid bin Esîd ise, hadiseden duyduğu üzüntüyü, “Şükürler olsun Allah’a ki babamı öldürdü de Bilâl’in Kâbe üzerine dikilip bağırdığı bu zamanı görmedi!” diyerek ifâde ediyordu.

Bu arada ezanı işitince hiçbir şey söylemeden yüzünü kapayanlar da görülüyordu.

Onlar kin, düşmanlık ve kıskançlıklarından dolayı böyle çirkin lâflar ederken, ashab-ı kirâm ise saf bağlamış, âlemlerin Rabbi Allah’ın huzurunda el pençe namaza duruyorlardı. Öğle namazı burada edâ edildi.

Mekke’de Kalma Müddeti Dolunca

Hudeybiye Anlaşması gereğince, Mekke’de kalma müddeti olarak tayin edilen üç gün dolmuştu.

Hayatı boyunca düşmanı ile dahi ahdini bozmamış bulunan Hz. Fahr-i Âlem Efendimiz, gönülden kalmayı arzu ettiği halde, ahdine ters düşmemek için Mekke’yi, Kâbe-i Muazzamayı terk etmek zorunda kalıyordu. Aslında bu bir mânâda uzaklaşmak değil, Mekke’yi fethetme zamanına gün be gün yaklaşmaktı. Bundan sonraki her gün, her saat Mekke’nin fethini, onunla birlikte gönüllerin fethini de yakınlaştıracaktı.

Bu üç gün zarfında Müslümanlar, Mekke’deki bir çok akrabalarıyla görüşme imkânına da kavuşmuşlardı. İman hakikatlarını ve İslâm ahlâkının güzellik, yücelik, nezaket ve nezahetini dürüst davranışlarıyla ortaya koyma fırsatını bulmuşlardı. “Doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu” müşriklerin de gözleri önünde nuranî bir manzara halinde sergilemişlerdi. Bunun neticesinde müşrik azılıları hariç, halktan bir çok kimsenin gönlünde iman ve İslâma karşı sıcak bir ilgi, samimi bir istek uyanmıştı. Âdeta, Mekke fethedilmeden evvel, halkından bir çoğunun gönlü fethe hazır hale gelmişti.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, ashabıyla Mekke’den ayrıldığı sırada arkasından mâsum bir ses duydu:

“Amca! Amca!”

Dönüp baktılar. Sesin sahibi şehidlerin efendisi Hz. Hamza’nın biricik kızı Ümâme idi. Mekke’de bulunuyordu. Sesinde bir imdat, bir “Beni kurtarın bu şirk diyarından” ifâdesi ve mânası vardı. Ve sanki, bütün Mekke, bir ağız olmuş, “Beni bırakma” diye bu biricik yavruyla birlikte imdat diliyordu.

Kalbi, şefkat ve merhamet deryasını andıran Resûl-i Ekrem, döndü, minicik yavrunun elinden tutup Medine’ye beraberinde getirdi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz ashabıyla Mekke’den ayrıldıktan sonra Serif mevkiinde konakladı. Orada Hz. Meymûne ile evlendi.

Medine’ye Dönüş

Peygamber Efendimiz, akşamleyin Şerif’ten ayrılıp geceleri yola devam etti. Zilhicce ayı içinde Medine’ye geldi.

Hz. Hamza’nın Selma binti Ümeys’ten doğan kızı Ümâme, Mekke’ye getirilince üzerinde münakaşa çıktı.

Peygamber Efendimiz, Hz. Zeyd bin Hârise ile Hz. Hamza’yı birbirine kardeş yapmıştı. Hz. Zeyd buna istinaden şehâdetlerinden sonra Hz. Hamza’nın çocuklarının velisi ve vasisi kendisi olduğunu söyledi ve “Kardeşimin kızını görüp gözetmeye, ben daha lâyık ve haklıyım.” dedi.

Hz. Câfer bunu duyunca hemen itiraz etti:

“Teyze de bir annedir. Hanımım Esmâ binti Ümeys, Ümâme’nin teyzesidir. Bu bakımdan onu görüp gözetmeye ben daha lâyık ve haklıyım.”

Hz. Ali ise buna kendisinin daha lâyık olduğunu iddia etti. “Amcamın kızını müşriklerin arasından çıkarıp getiren benim. Siz ona, neseben benim kadar yakın değilsiniz. Onu görüp gözetmeye ben, sizden daha haklı ve lâyıkım!” dedi.

Meseleyi neticeye bağlamak Hz. Resûlullaha kalmıştı,

“Ey Zeyd! Sen, Allah’ın ve Resûlünün dostusun. Ey Ali! Sen de benim kardeşim ve arkadaşımsım. Ey Câfer! Sen de bana yaratılış ve huyca en çok benzeyensin.” dedikten sonra şu kararı verdi:

“Ey Câfer! Ümâme’yi görüp gözetmeye, sen daha lâyık ve haklısın! Çünkü; onun teyzesiyle evli bulunuyorsun. Kadın ne teyzesi ne de halası üzerine nikâhlanıp gelemez! “

Hz. Resûlullah bu hükmü verince, Hz. Câfer sevincinden birden ayağa kalktı. Peygamber Efendimizin çevresinde tek ayak üzerinde seke seke yürümeğe başladı.

Resûl-i Ekrem,

“Ey Câfer! Nedir bu yaptığın?” diye sorunca, Hz. Câfer şöyle izah etti:

“Yâ Resûlallah! Habeşliler, sevinçlerinden, krallarına böyle yaparlardı. Necaşî de bir kimseden hoşlandı mı kalkıp böyle hareket ederdi.”

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.