Beni Müstalık Gazası

10.05.2021
105
Beni Müstalık Gazası

Beni Müstalık Gazası

Peygamber efendimizin hayatı kategorimizde bu günkü yazımız ” Beni Müstalık Gazası “ konu ile ilgili tüm bilgiler bu yazımızda paylaşılmıştır.

Huzaâ kabilesinden Benî Müstâlik oymağının reisi Hâris bin Ebî Dırar, kabilesiyle birlikte etrafta sözünü geçirdiği birkaç Arap kabilesini daha bir araya toplayarak Medine’ye, Müslümanların üzerine yürümeye hazırlanıyordu.

Böyle bir hazırlığın olduğu haberi Medine’ye ulaştı. Peygamber Efendimiz, önce haberin doğruluk derecesini öğrenmek istiyordu. Bu maksatla, ashabtan Büreyde bin Husaybe’l-Eslemî’yi vazifelendirdi. Hz. Büreyde, Benî Müstalık yurduna gidecek ve durumu öğrenecekti.

Hz. Büreyde, Medine’den ayrılmadan önce, Peygamberimiz (s.a.v.)’e, “onları şüphelendirmemek ve kendini muhafaza etmek gayesiyle hakikata muhalif beyanda bulunup bulunamayacağını” sordu. Resûl-i Ekrem gerektiğinde böyle hareket edilebileceği müsâadesini verdi.

Hz. Büreyde, Müstalıkoğullarının yurduna vardı. Onlardan biriymiş gibi davrandı ve şöyle dedi:

“Ben, sizdenim. Şu adam [Peygamberimiz (s.a.v.)] için derlenip toplandığınızı işittim. Ben de kavmimden bana itâat edenlerle size katılmak istiyorum. Onların [Müslümanların] kökünü kazıyıncaya kadar işbirliği yapalım!”

Benî Müstalıkların reisi Hâris bin Ebî Dırar, “Biz de, bu iş için hazırlanıyoruz. Bize katılmakta acele et!” dedi.

Hz. Büreyde, “Şimdi hayvanıma atlar ve kavmimden büyük bir toplulukla yanınıza gelirim.” diyerek oradan ayrıldı.

Hz. Büreyde, derhal Medine’ye gelip durumu Resûl-i Kibriyâ Efendimize bildirdi.

İslâm Ordusunun Hareketi

Şaban ayının ikinci pazartesi günü idi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, yedi yüz kişi ile yerine Hz. Zeyd bin Hârise‘yi vekil tayin ederek, Medine’den hareket etti. İslâm ordusunda otuz kadar at vardı. Ayrıca Ezvâc-ı Tâhirattan Hz. Âişe ile Hz. Ümmü Seleme Vâlidemiz de birlikte idiler.

Gariptir ki, münafıklar, hiçbir gazâya bu gazâ kadar ilgi göstermemişlerdi. Birçoğu İslâm ordusuna katılmıştı. Maksatları; ganimetten istifade etmek ve fırsat kollayarak Müslümanlar arasına fitne fesad düşürmekti.

İslâm ordusu Müreysi Suyu başına doğru ilerlerken, düşman casuslarından biri ele geçirildi. Yapılan dâvet üzerine Müslüman olmayınca katledildi. Bunu duyan Müstalıkoğulları fazlasıyla korktular. Hattâ etraftan topladıkları birçok kimse kendilerini terk ederek dağıldı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, ordusuyla Müreysi Kuyusu başına kadar geldi. Hemen orada kendileri için deriden bir çadır kuruldu. Sonra ordusunu harp nizamına koydu. Muhacirlerin sancağını Hz. Ebû Bekir’e, Ensarınkini ise Sa’d bin Ubâde’ye verdi. Hz. Ömer’e,

“Lâ ilâhe illallah, deyiniz de canlarınızı, mallarınızı koruyunuz.”

diye seslenmesini emretti. Müstalıkoğulları bu teklifi kabul etmediler. Üstelik mücahidlere ok atarak çarpışmayı bizzat başlatmış oldular.

Bunun üzerine mücahidler de onlara ok atmaya başladılar. Sonra Peygamber Efendimiz, ordusuna birden hücuma kalkma emri verdi. Hücum neticesinde Benî Müstalıklardan on kişi öldürüldü. Geri kalanları ise esir alındı.

İslâm ordusundan ise, sadece bir mücahid yanlışlıkla düşmandan biri sanılarak, bir Müslüman tarafından şehid edildi.

Benî Müstalıklardan esir alınanlar 200 kadardı. Bir çok deve, sığır ve davar da ganimet alındı. Ganimet malları bir araya toplandı. Usûlüne göre taksim edildi. Esirler ise mücahidler arasında bölüştürüldü.

Müreysi Kuyusu mevkiinde çarpışma vuku bulduğu için bu gazâ, Müreysi Gazâsı adıyla da zikredilir.

Münafıkların Bir Tertibi

Müreysi zaferi kazanıldıktan sonra, Peygamber Efendimiz, mücahidlerle burada birkaç gün istirahat edip beklemeyi uygun bulmuşlardı. Önceden de bahsettiğimiz gibi, bu gazâya çok sayıda münafık katılmıştı. Hattâ bazı kaynaklara göre, o zamana kadar münafıkların, hiçbir gazâya bu derece ilgi gösterdikleri görülmemişti. Bu ilgileri ve fazla iştirakleri elbette sebepsiz değildi. Bir taraftan ganimete konmak, diğer taraftan gün geçtikçe saflarını sıklaştıran, çoğalan ve kuvvet kazanan Müslümanları, en küçük fırsatları dahi değerlendirerek birbirine düşürmek, aralarına fitne, fesad tohumu saçmak.

İşte bu bekleme esnasında, Hazreç Kabilesinden Benî Amr bin Avf’ın müttefiki olan Sinan bin Veber el-Cünenî ile Hz. Ömer’in Benî Gıfar’dan ücretle tuttuğu seyisi Cahcah arasında kuyu başında bir kavga çıktı. Cahcah, yumruk ve tokatlarla Sinan’ın yüzünü kanlar içinde bıraktı. Sinan ise feryadı basıp, “Yetişin Muhacirler, neredesiniz?” diye seslendi.

Feryadları duyan Ensarla Muhacirler derhal toplandılar. Kılıçlarını sıyırdılar. Az kalsın büyük bir fitne kopacak, Müslümanlar birbirlerine gireceklerdi. Muhacirlerle Ensarın bazı ileri gelenleri, araya girip, yatıştırıcı konuşmalar yaptılar.

O sırada Resûl-i Ekrem Efendimiz, topluluğun bulunduğu yere geldi ve

“Cahiliyye insanlarının dâvâsı mı güdülüyor? Nedir bu çığlıklar, bu feryadlar? Derdiniz nedir?” diye sordu.

Ashab, bir Muhacirin Ensardan birini tokatladığını söyleyince,

“Bırakınız şu Cahiliyye âdet ve dâvâsını. Çünkü o, bir murdarlık, bir kötülüktür. Cahiliyye dâvâsını güden, kendini Cehenneme atmış olur.” buyurdu.

Bunun üzerine Sinan, Cahcah üzerindeki hak ve dâvâsından vazgeçti. Bu esnada münafıkların reisi Abdullah bin Übeyy bin Selûl’un ortaya atıldığı görüldü. Zira, bu hâdise onun için ele geçmez bir fırsattı. Bunu bahâne ederek Müslümanların arasını bozabilirdi. Nitekim,

“Ey Ensar! Bu Muhacirler, sayenizde kuvvet ve şöhrete nâil olmuşken, şimdi bize böylesine hakaretle muâmele ediyorlar.” diye bağırdı.

Sonra şeytanî bir tavırla kavmine dönerek şöyle dedi:

“Bunları şehrinize getirip bir yer verdiniz, mal ve erzakınıza ortak yaptınız. Uğradığınız bu hakaretlere tek sebep yine sizsiniz. Vallahi, biz Medine’ye dönecek olursak en izzetli ve kuvvetli olan [kendisi ve etbâı] en zelil ve en zâif olanı [hâşâ Peygamberimiz (s.a.v.) ve Muhacirler] oradan sürüp çıkarılacaktır.”

Arkasından da bir sürü herzeler savurdu.

Orada bulunan genç sahabî Hz. Zeyd bin Erkam, Abdullah bin Übeyy’in bu sözüne karşı çıktı, “Vallahi, kavminin içinde zelil ve menfur olan ancak sensin. Muhammed (a.s.m.) ise, Allah tarafından aziz kılınmıştır.” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.)e derhal durumu bildireceğini söyledi.

Başmünafık, bu sözler karşısında vaziyet değiştirerek, “Ey kardeşimin oğlu! Sus! Vallahi ben şaka yapmıştım.” diyerek münafıklığını ortaya koydu.

Hz. Zeyd bin Erkam susmadı. Abdullah bin Übeyy’den işittiklerini olduğu gibi gelip Peygamber Efendimize haber verdi. Efendimizin rengi birden değişti. Yanında Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman, Sa’d bin Ebî Vakkas, Muhammed bin Mesleme gibi Muhacir ve Ensardan zatlar bulunuyordu. Her şeye rağmen meseleyi tahkik etmeyi uygun buldu.

Hz. Zeyd’e, “Sakın, İbni Übeyy’e karşı kin ve düşmanlığından dolayı bunu söylemiş olmayasın?” buyurdu.

Hz. Zeyd (r.a.), “Hayır! Vallahi, bunları ondan işittim!” dedi.

Resûl-i Ekrem, tekrar, “Yanlış duymuş olamaz mısın?” diye sordu.

Hz. Zeyd, aynı şekilde bu sözleri münafıkların reisinden kelimesi kelimesine işittiğine dair ikinci defa Allah adına yemin etti.

Abdullah bin Übeyy’in bu sözleri sarfettiği orduda da duyuldu. Ensardan bazıları, “Kendi kavminin efendisi hakkında haksız isnadda bulundun.” diyerek Hz. Zeyd bin Erkam’ı kınadılar. Zeyd onlara cevaben şöyle dedi:

“Vallahi, ben bu sözleri ondan işittim! Eğer bu sözleri babamdan dahi işitmiş olsaydım yine Resûlullaha gidip söylemekten asla geri durmazdım. Allah Teâla’nın, Peygamberine bu hususta vahiy indirip, kimin yalancı olduğunu bildireceğini ve Resûlullahın sözlerimi doğrulayacağını umarım.” dedi.

Sonra da, “Allah’ım! Resûlüne, sözlerimi doğrulayacak vahyini indir” diye duâ etti.

O sırada Hz. Ömer, “Yâ Resûlallah! Müsâade buyur da şu münafığın boynunu vurayım! Eğer onu Muhacirlerden birinin öldürmesini uygun görmüyorsanız, Sa’d bin Muaz veya Muhammed bin Mesleme’ye emredin, onu öldürsünler!” dedi.

Resûl-i Ekrem, bu tekliften memnun kalmadığı gibi, cevabı da düşündürücü oldu:

“Eğer, ben onun öldürülmesine müsâade edersem, Medine eşrafından bir çoğunun gönlüne korku ve endişe düşer. Ayrıca işin içyüzünü bilmeyen halk, ‘Muhammed Ashabını öldürüyor’ diye konuşmaya başladıkları zaman durum ne olur, biliyor musun?”

Resûl-i Ekrem Efendimiz, günün en sıcak saati olmasına rağmen Mücahidlerle derhal Medine’ye doğru yola çıkmalarını emretti. Halbuki, o güne kadar, böyle günün en sıcak saatinde yola çıktıkları görülmüş değildi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Abdullah bin Übeyy’i yanına çağırdı,

“Bana ulaşmış olan sözleri sen mi söyledin?” diye sordu.

Başmünafık söylediklerini inkâr etti:

“Hayır! Sana kitabı indirmiş olan Allah’a yemin ederim ki, ben o sözlerin hiçbirini söylemedim. Zeyd, muhakkak bir yalancıdır.” dedi.

Peygamber Efendimizin, günün sıcak saatinde ordusunu harekete geçirmesi, Müslümanlar arasında hayretle karşılandı. Ensarın ileri gelenlerinden Üseyd bin Hudayr,

“Yâ Resûlallah! Bu saatte yola çıkmak uygun değildir. Sen, böyle zamanda yola hiç çıkmazdın.” dedi.

Resûl-i Ekrem, “Adamınızın söylediğini duymadın mı?” buyurdu.

Üseyd bin Hudayr, “Hangi adam, yâ Resûlallah?” diye sordu.

Peygamber Efendimiz, “Abdullah bin Übeyy” dedi.

Üseyd bin Hudayr, “Ne söylemiş?” diye sordu.

Peygamber Efendimiz, “Medine’ye dönünce, en aziz ve kuvvetli olan, en zelil ve zaif olanı oradan muhakkak sürüp çıkaracaktır, demiş” dedi.

Üseyd bin Hudayr, “Yâ Resûlallah! İstersen, sen onu Medine’den sürüp çıkarırsın! Vallahi, zelil ve zâif olan odur. Aziz ve kuvvetli olan da sensin! Yâ Resûlallah! Sen, yine de ona rıfk ve şefkat ile muâmele buyur! Vallahi, Allah, seni bize getirdiği zaman, kavmi ona hükümdarlık tacı hazırlıyordu. O, elinden saltanatı senin çekip aldığını sanmaktadır.” diye konuştu.

Peygamber Efendimiz mücahidlerin Abdullah bin Übeyy’in söylediği sözlerle meşgul olmasını istemiyordu. Bunun için hareket emri verdiği günün sabahına kadar yola devam ettiler. Mücahidler son derece yorulmuşlardı. Güneşin sıcaklığı etrafı basınca konakladılar. Yorgunluk ve uykusuzluktan mecalleri kalmamıştı. Derhal uykuya daldılar.

Böylece Resûlullah Efendimiz, dedikodunun ordu arasında da büyümesine fırsat vermemiş oluyordu.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, ordusuyla Bek’â mevkiinden hareket edeceği sırada şiddetli bir fırtına esti. Mücahidler korkup ürktüler. Gatafanların reisi Uyeyne bin Hısn’ın Medine’ye baskın yapmış olmasından endişe duydular. Zira, onunla yapılan anlaşma müddeti son bulmuştu.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, “Size Uyeyne bin Hısn’dan bir zarar gelmez.” dedi. Sonra da,

“Korkmayınız! Bu fırtına, bir büyük kâfirin ölümü dolayısıyla esmektedir!” buyurdu.

Gerçek, Resûl-i Ekrem Efendimizin haber verdiği gibiydi. Medine’ye vardıklarında münafıklara arka çıkan Yahudî büyüklerinden Rifaâ bin Zeyd bin Tabut’un aynı gün ölmüş olduğunu öğrendiler. Bu adam, Peygamberimiz (s.a.v.) ve İslâmın azılı düşmanlarından biri idi.

Hz. Abdullah’ın Teklifi

Kaderin cilvesi bu; baba Übeyy, nifakın reisliğini yaparken, oğul Abdullah, İslâmı fevkalâde bir ciddiyet ve ittikâ içinde yaşayan halis bir Müslümandı. Babasının sözlerini duyunca, Resûl-i Ekremin huzuruna çıktı,

“Yâ Resûlallah,” dedi, “babamla aranızda geçen hadiseyi işittim. Onu öldürmek istediğinizi haber aldım. Eğer bu işi muhakkak yapacaksanız, bana emir buyurunuz, şu anda gidip başını huzurunuza getireyim. Bütün Hazreçliler bilirler ki, babama pek ziyade muhabbetim vardır. Onun öldürülmesini başkasına havale ederseniz, ihtimal ki, o adama karşı nefsimde bir düşmanlık meydana gelir ve bir kâfire karşı bir mü’mini öldürerek Cehenneme müstahak olurum!”

Sahabîdeki îmân işte böylesine kuvvetli idi. Resûlullah ve Müslümanlara hakaret eden babasının başını kesecek kadar! Resûl-i Ekrem; verdiği cevapla bu kahraman sahabîyi şöyle teselli etti:

“Ey Abdullah! Babanı öldürmeyi istemedim. Hiç kimseyi de onu öldürmekle vazifelendirmedim. Aramızda yaşadıkça ona iyi davranınız!”

İslâm ordusu Medine’ye yaklaşmıştı. Akik denilen vadide Hz. Abdullah atından indi. Babası Abdullah bin Übeyy’in önünü kesti. Devesini ıhdırıp çöktürdü ve,

“İzzet ve kuvvetin, Allah ve Resûlüne ait olduğunu söylemedikçe, seni asla bırakmayacağım.” dedi.

Başmünafık birden şaşkına döndü. Bu sözleri hiddeti hiddetli söyleyen, oğlu Abdullah idi. Bunu nasıl yapabilirdi? Îmân etmiş gibi görünen münafık, elbette gerçek bir îmânın insana neler yaptırabileceğini bilemezdi.

Oğluna, “Demek, sen, bu kadar insanlar arasında beni Medine’ye sokmayacaksın, öyle mi?” dedi.

Hz. Abdullah, “Evet,” dedi, “bugün insanlar arasında, en aziz kimdir, en zelil kimdir, sana öğretmeden seni asla bırakmayacağım. Hattâ izzet ve şerefin Allah ve Resûlüne ait olduğunu burada itiraf ve ikrar etmezsen, boynunu vururum.”

Başmünafık, Hz. Abdullah’ın sözlerinde kararlı olduğunu anlayınca mecburen,

“Ben, şehadet ederim ki, izzet ve kuvvet, Allah’a, Resûlüne ve mü’minlere âittir.” dedi.

Hâdiseyi duyan Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Abdullah’a, “Allah, seni, Resûlünden ve mü’minlerden dolayı hayırla mükâfatlandırsın.” diyerek duâ etti ve babasını serbest bırakmasını da kendisine emretti.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, yirmi sekiz gün sonra Ramazan hilâli doğduğu zaman ordusuyla Medine’ye geri döndü.

Münâfıklar Hakkında Müstakil Sûre İnmesi

Bütün bu olup bitenlerden sonra, başmünafık Abdullah bin Übeyy bin Selûl ile diğer münafıklar hakkında müstakil bir Sûre nazil oldu. Sûrede meâlen münafıkların vasıflarından şöyle bahsediliyordu:

“Münâfıklar sana geldiklerinde ‘Şehâdet ederiz ki şüphesiz sen Allah’ın Resûlüsün’ dediler. Allah bilir ki sen elbette Onun Resûlüsün. Münâfıkların yalancı olduklarına da Allah şâhittir.”

“Onlar yeminlerini bir kalkan olarak kullanıp halkı Allah’ın yolundan saptırdılar. Bu yaptıkları ne kötü bir şeydir!”

“Çünkü onlar önce îmân etmiş, sonra da kâfir olmuşlar, bu yüzden kalbleri mühürlenmiştir. Artık hakkı anlayamazlar.”

“Onları gördüğünde cüsseleri hoşuna gider. Konuştuklarında sözlerine kulak verirsin. Onlar elbise giydirilmiş odun gibidir. Her gürültüyü aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmanın tâ kendisidir; onlardan sakın. Allah onları kahretsin; nasıl da haktan yüzleri çevriliyor!”

Sûrenin daha sonraki âyetlerinde ise, Abdullah bin Übeyy’in sarfettiği sözlerden bahsediliyor ve meâlen şöyle deniliyordu:

“Onlar, ‘Allah Resûlünün yanındakilere bir şey vermeyin ki dağılıp gitsinler.’ diyen kimselerdir. Halbuki göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır; lâkin münâfıklar bunu anlayamazlar.”

“‘Eğer Medine’ye dönersek, üstün ve şerefli olanlar, hor ve hâkir olanları oradan çıkaracaktır.’ diyorlar. Halbuki şeref ve üstünlük Allah’a, Resûlüne ve mü’minlere âittir; lâkin münâfıklar bunu bilmezler.”

Bu âyetler nâzil olup, münâfıkların yalancıların tâ kendileri oldukları haber verilince, Resûl-i Ekrem Efendimiz Hz. Zeyd bin Erkam’ı huzuruna çağırdı. Kulağından tuttu ve, “İşte, Allah yolunda kulağıyla vazifesini yerine getirmiş olan genç budur!” buyurdu.

Sonra da, “Ey Zeyd! Allah, seni tasdik etti.” dedi.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.