Mezhebe Bağlanmanın Tarihî ve Fikrî Temelleri
Mezhebe Bağlanmanın Tarihî ve Fikrî Temelleri
İslâm hukuk tarihinde mezhepler konusunu iyi tahlil edebilmek için şu
üç başlığı birbirinden ayırt etmek gerekir: 1. Mezheplerin ortaya çıkışı ve
oluşması. 2. Mezheplerin istikrar kazanması (mezhep realitesinin toplumda
yer etmesi). 3. Mezheplerin belirli bölgelerde yayılmış ve tutulmuş olması.
Birinci başlıkla ilgili olarak şu kadarını söylemek herhalde yeter: Farklı
anlaşılmaya müsait yazılı bir kaynaktan hüküm çıkarma durumunda bulunan
hâkim veya hukukçuların farklı yöntemler izleyebileceklerini hukuk
nosyonuna sahip herkes kabul eder. Bundan ayrı olarak İslâm hukukunun
ikinci aslî kaynağı olan sünnet malzemesinin sınırlandırılmasında önemli
bakış farklılıklarının olması (hadisin tedvîni öncesinde bir âlime ulaşan hadisin
başka bir âlime ulaşmamış olması, gerek tedvîn öncesinde gerekse tedvîn sonrasında
bir âlimin sahih saydığı hadisi diğerinin sahih saymaması, böylece birincisi
bakımından konu nas ile düzenlenmiş olduğu halde diğerine göre konu hakkında
kanun boşluğunun bulunduğunun kabulü) vâkıası hatırlanırsa görüş
ayrılıklarının yeni bir boyut kazanmış olacağını kavramak güç olmaz.
Üçüncü başlıkla ilgili olarak, yani bir mezhebin belirli yerlerde yayılmasının
âmilleri etrafında İslâm hukuk tarihi yazarları değişik tesbitler ortaya
koymuşlardır. Bu çerçevede bir mezhebin belirli dönemlerde devletin desteğini
almış olması veya bir mezhebin eğilim ve ilkeleriyle belirli bir bölgenin
kültürünün ve sosyal yapısının uygunluk arzetmesi gibi âmiller anılabilir.
Bir mezhebe bağlanmanın gerekli olup olmadığı ve birden fazla mezhepten
yararlanmanın sakıncalı olup olmadığı sorusuna sağlıklı bir cevap
bulabilmenin yolu ise, yukarıdaki ikinci başlığın tetkikinden yani “mezheplerin
istikrar kazanmasının temelinde hangi ihtiyacın yattığını” tesbit etmekten
geçer.
Sahâbe-i kirâm ve tâbiûn dönemlerinde henüz mezhepler oluşmamıştı.
Bir müslüman karşılaştığı dinî bir mesele için, güvendiği âlimin görüşüne
başvuruyor, tutumunu buna göre ayarlıyordu. Hâkimler de önlerine getirilen
hukukî ihtilâfları ya kendi ictihadları ile ya da ittibâ ettikleri bir müctehidin
ictihadına göre çözümlüyorlardı. Zamanla, İslâm ülkesinin farklı bölgelerinde
farklı hükümler uygulanıyor olmasının toplumda önemli rahatsızlıklara
yol açmaya başladığı anlaşılmaktadır.
Esasen, bir meselede delil ve yorum farklılığı sebebiyle birbirine taban
tabana zıt iki çözümü ilmî açıdan izah etmek çok güç olmayabilir. Meselâ,
bir fakihin tazminat ödenmesi gerekeceğine hükmettiği bir olayda başka bir
fakih tazminata gerek olmadığına; bir fakihin kadının hâkim hükmüyle evliliğin
sona erdirilmesi (tefrik) talebinin kabul edilmesi gerektiğine hükmettiği
bir olayda bir başka fakih hâkime böyle bir yetki verilemeyeceğine, hatta bir
fakihin kısas gerekeceğine hükmettiği bir olayda başka bir fakih kısas yapılamayacağına
hükmedebilir ve bu ictihadların ikna edici ilmî izahları olabilir.
Nitekim fıkıh kitapları bu tür görüş ayrılıklarıyla doludur ve bu farklı görüşler
değişik bilginlerce savunulagelmiştir.
Yine, farklı ülkelerde veya bir ülkede olmakla beraber farklı zamanlarda,
bu birbirine zıt çözümlerin herkese uygulanması halinde, -taraflardan biri
mahkeme kararını kendisi için ağır bulsa bile- bu hükümlerin kişilerin adalet
duygularını rencide etmeden varlığını koruması çok güç olmayabilir. Nitekim
“Şeriatın kestiği parmak acımaz” vecizesi bu anlayışı yansıtmaktadır.
Fakat aynı toplumda yaşayan fertlere, kaza (yargı) alanında farklı hükümlerin
uygulanmasına imkân verilmesi halinde bu, kısa zamanda önemli
sancılar meydana getirir ve hukuk anarşisine yol açar.
İşte Abbâsî hilâfetinin başlarında İslâm ülkesinde bu istikamette gelişen
gidişatı farkeden devlet sekreteryasında görevli Abdullah b. Mukaffa‘, devlet
başkanına sunduğu genel bir raporda, hukuk anarşisini giderici tedbirler
alınmasını önerme ihtiyacını duymuştur. Bu raporda şöyle deniyordu:
“Emîrü’l müminînin (halifenin)… üzerine eğilmesi gereken hususlardan biri
de, çok önemli ihtilâflara yol açan birbiriyle çelişkili farklı hükümler meselesidir.
Keşke emîrü’l-müminîn, bu farklı hüküm ve uygulamaların -her bir
tarafın sünnetten ve kıyastan dayandığı delillerle birlikte- derlenip bir kitap
halinde kendisine sunulmasını emretse, sonra bunlara bakıp birleştirici ve
kesin karakterde bir kitap yazsa; umarız ki Allah hata ile doğrunun karışımı
olan bu hükümleri tek bir doğru hüküm kılar”. Kısaca İbnü’l-Mukaffa‘ ülke
genelinde bir kanunlaştırmaya gidilmesini teklif ediyordu.
Şüphesiz fıkhî hükümlerin tedvîninin (derlenip kanun haline getirilmesinin)
faydalarının yanı sıra birtakım sakıncaları da vardı. Ayrıca İslâm hukukunun
aslî kaynaklarından sünnetin henüz tedvîn edilmemiş olması da, bu
meyanda dikkate alınması gerekli çok önemli bir husus idi. Bu yüzden
İmam Mâlik, halifenin kanunlaştırma yönündeki teklifini kabul etmedi.
Sonuç olarak, İslâm dünyasındaki bu ilk kanunlaştırma girişiminin
olumlu neticelenmediği görülmektedir. Fakat bu, sözü edilen girişimi harekete
geçiren ihtiyacın ortadan kalktığı anlamına gelmez. Aksine bu yöndeki
ihtiyaç zamanın ilerlemesi ile kendisini daha fazla hissettirir olmuştu.
İşte bu açmaz (bir yandan hukuk birliği ihtiyacının bulunması, diğer yandan
kanunlaştırmaya gidilememesi) karşısında müslüman toplumlar spontane
(kendiliğinden) bir çözümle bu meseleyi halletmek durumunda kalmışlardır.
Bu çözüm de mezheplerin istikrar kazanması, bir anlamda, bir mezhebin
esas alınıp ona kanun misyonunun gördürülmesi olmuştur.
Artık bir mezhebin çözümleri bazı konularda diğer mezheplerdekilere göre
-toplumun ihtiyaçlarını karşılama, fakihe ve hâkime doyurucu görünme ve
hatta adalet duygusunu tatmin etme yönünden- daha zayıf görünse bile, hukuk
birliğinin sağlanmış olması diğer yönlerdeki sakıncaları önemli ölçüde
hafifletmiş oluyordu. Böylece İslâm dünyası -bazı sınırlı ve mevziî düzenlemeler
bir yana- birden fazla mezhepten yararlanarak toplum geneline uygulanacak
hukukî hükümleri kanun haline getirme yönündeki bir tercihe ancak
- asrın başlarında (1917 yılında Osmanlı Hukûk-ı Aile Kararnâmesi’ni yürürlüğe
koyarak) ulaşabilmiş, bir anlamda, “hukuk emniyeti” düşüncesine hukukun
diğer fonksiyonlarına nisbetle daha fazla önem verilmiştir.
Şu halde, bir mezhebe sıkı biçimde bağlanmanın temel gerekçesi, çelişmezlik
ve kendi içinde tutarlılık arayışıdır. Şayet mezheplerin, kendi içinde
tutarlılığı sağlayan metotlara sahip birer hukuk doktrini olduğu söylenebilirse,
bir mezhebin esas alınması bu arayışı tatmin edecek en iyi yollardan
biri sayılabilir. Fıkıh usulü eserlerinin kaleme alınmaya başlandığı ilk dönemlerde
ortaya konan tavırlar (özellikle Hanefî usulü etrafındaki tartışmalar
ve açıklamalar) dikkatle incelenirse, İslâm bilginlerinin mezheplere (özellikle
kendi mezheplerine) bu nazarla baktıkları yani onu kendi içinde tutarlı kurallar
bütünü olarak gördükleri anlaşılır.
Bununla birlikte her mezhepte bu hususta eleştiriye açık noktalar bulunabileceği
inkâr edilemez. Öte yandan, teorik olarak mezhebin usulü kendi
içinde tutarlı olsa da, pratik hayatın ortaya çıkardığı ihtiyaçlar ve toplumdaki
değişmeler karşısında, ya da dayanılan delilin (özellikle sünnet malzemesinin)
yeniden gözden geçirilmesi ile, fıkıh alanında uzman kişilerce (bir
mezhep esas alınmakla beraber bazı meselelerde başka mezheplerden iktibasta
bulunma yahut her bir meseleyi yeniden inceleyerek en uygun çözümü belirleme
şeklinde) değişik mezheplerden yararlanma yoluna gidilmesi, çelişmezlik
arayışı düşüncesini ihlâl etmez.
Günümüz şartlarında, hukukî uyuşmazlıklara (yargı kararlarına) konu
olan meselelerde, bu mânadaki ihtiyacın giderilmesi -izlenecek yol açısından-
büyük zorluklar taşımaz. Her bir konunun uzmanlarınca, toplumun
ihtiyaçlarını karşılayacak ve delili en kuvvetli görüşün belirlenmesi ve bu
çözümün kanunlaştırılması; sonra kazâî ictihadlar mekanizması ile bir taraftan
bu çözümlerin doyuruculuğunun kontrolü bir taraftan da uygulama
birliğinin sağlanması; şartlar değiştikçe bu çerçevede gereken değişikliklerin
yapılması mümkündür. Dolayısıyla, hukuk alanında tek mezhebe sıkı bir
şekilde bağlanma düşüncesi, temelindeki gerekçeyi yitirmiş demektir.
İslâm fıkhının sadece günümüzdeki çerçevesi ile hukuk alanını düzenlemekle
kalmayıp kişinin Allah’a karşı vecîbelerini de düzenlediği dikkate
alınırsa, konuya müslüman fert açısından da bakmak gereği ortaya çıkar:
Dar anlamıyla dinî konularda da (ibadetler ve helâl-haram konularında) bir
müslümanın kendi içinde tutarlı kurallar bütününü hayatına uygulamak
istemesi tabiidir. Hukuk birliğinin olmadığı bir ülkede farklı farklı hükümler
uygulanarak bir hukuk anarşisi yaşanması ne kadar rahatsız edici ise, kişinin
kendisini ikna eden haklılık gerekçeleri olmaksızın dinî yaşantısını değişken,
ölçüden mahrum kurallara göre yönlendirmesi de o kadar, hatta
-mahkeme kararlarında olduğu gibi dünyada olup biten bir hesaplaşma ile
sınırlı olmadığı için- daha çok rahatsız edicidir.
İşte bu yönüyle bir mezhebe bağlılık, kişi için güvenli bir yol sayılabilir.
Fakat bu, izlenmesi zorunlu ya da en iyi yol olduğu anlamına da gelmez.
Avam açısından konuya bakıldığında, kişinin her bir meselede hükmün
dayandığı delilleri ölçüp tartması, bir meselede başka mezhebin hükmünü
aldığında metodik açıdan çelişkiye düşülüp düşülmeyeceğini tesbit edebilmesi
beklenemez. Şu halde ona, bir mezhebe bağlanmanın verdiği güveni
sağlayıcı bir alternatif sunmak gerekir.
Bu konuda güven verici bir yöntem olmak üzere (kişinin Allah’a karşı
kulluk görevini huzurla ifa edebilmesi için) biri genel diğeri özel nitelikli iki yol
önerilebilir:
Genel nitelikli güven yolu, icmâya aykırı olmayan (yapılan uygulamanın
hiçbir İslâm âliminin vardığı sonuçla bağdaştırılamaz duruma düşmediği) bir çözüm
olmak kaydı ile, herhangi bir müctehidin görüşü ile amel edilebileceğinin
kabulüdür. Bu yolu izleyen kişi, her bir müctehidin Allah katında doğru olanı
araştırmak için âzami çabayı harcamış olduğu, hepsinin aynı kaynakları esas
aldığı ve Allah katındaki doğrunun bunlardan herhangi birindekine uygun
olduğuna dair açık bir delil bulunmadığı noktasından hareket etmiş olacaktır.
Felsefî temel itibariyle bu tutum tutarlı sayılır; çünkü kaynaklar birdir ve
ictihadla amaçlanan hedef birdir. Metodoloji açısından ise tutarlılığına güvenle
bakılabilmesi kolay değildir. Meselâ, bir meselede Kur’an’ın mütevâtir de olsa
sünnetle neshini kabul etmeyen bir müctehidin görüşünü uygularken, başka
bir meselede Kur’an’ın mütevâtir sünnetle neshini kabul eden bir müctehidin
görüşünü uygulamak; bir meselede, bir sahâbenin Resûlullah’tan rivayet edip
daha sonraki tabakalarda tevâtür sayısındaki râvilerce rivayet edilen hadise
(meşhur sünnet) metodik açıdan ayrı bir değer veren müctehidin görüşünü
uygularken, başka bir meselede bu tür hadisi haber-i vâhid sayan ve ona göre
bir metodik rol tanıyan müctehidin görüşünü uygulamak gibi durumlara düşülmeyeceğini
garanti etmek mümkün değildir. Bununla birlikte, zaruret, ihtiyaç
gibi gerekçelerle (ki bunlar İslâm fıkhının herkesçe kabul edilen ilkeleridir)
kişinin birden fazla mezhep hükmünü dinî hayatında bir araya getirmesi de,
kıstastan mahrum gelişigüzel bir seçim yapmış olma endişesini ortadan kaldıran
bir güvence sayılabilir.
Özel nitelikli güven yolu ise, bir meselede hangi ictihadın delillerinin daha
kuvvetli ve içinde bulunulan zamanın şartlarına daha uygun olduğuna
dair ehliyetli kişilerin veya kuruluşların yaptıkları tercihlerin esas alınmasıdır.
Bu tür tercihler, çoğunlukla, metodik çelişki şüphelerinden uzak olup,
daha çok, hadislerin sıhhat derecelerinin gözden geçirilmesine, farklı yorumlar
yahut maslahatla ilgili farklı değerlendirmeler içinden mevcut şartlara
en uygununun belirlenmesine yöneliktir.
Bu ikinci yolun, avam açısından, dinî yaşantıyı tutarsızlıklara düşmeden
sürdürebilmek için izlenebilecek en emin yol olduğu söylenebilir. Bu yolda,
tercih edilen görüşün dayanakları ve diğer görüşlerle karşılaştırmasının yapıldığı
yayınları takip ederek yürünmesi halinde, bu yolun aynı zamanda
kişinin fıkıh kültürünü geliştirmesine ve böylece topluma bu konuda bir
seviye kazandırılmasına da yardımcı olacağı şüphesizdir.
Bu alanda müslümanları aydınlatma ve onların güvenerek uyabilecekleri
tercihleri ortaya koyma hususunda ilgili kuruluşlara önemli görevler düştüğü
açıktır.
Bu tahliller ışığında tek mezhebe bağlılık ve telfik ile ilgili görüşlere kısaca
değinip, mezheplerin kolay hükümlerini izleme hakkında bir değerlendirme
yapmak uygun olur.