Medine’ye Giriş

07.03.2021
164
Medine’ye Giriş

Medine’ye Giriş

Peygamber Efendimiz, Rânûna mevkiinde Cuma namazını kıldıktan sonra tekrar devesine bindi ve yularını boynuna doladı. Arkasında Hz. Ebû Bekir, etrafında ise Neccaroğulları yiğitleri ile Medineli Müslümanlar yer alıyordu. Kimi yaya, kimi binekli olan Müslümanların sevinç ve tekbir getirişlerinden âdeta yer gök inliyordu.

Fahr-i Âlem, devesinin üzerinde ağır ağır Medine içlerine doğru ilerliyordu. Sevinç dalgaları şehrin her tarafını sarmıştı. İslâma merkez olma şerefine erecek bu kudsî şehir, sürûrundan âdeta çalkalanıyordu. Kâinatın Efendisini sînesine alışın, ona yurt ve hicret yeri olmanın sevincini yaşıyordu.

Kadınlar, çocuklar söyledikleri şiirlerle manzaraya bir başka tatlılık katıyorlardı. Dillerinden düşmeyen mısralar şunlardı:”Veda yokuşundan doğdu dolunay bize.

“Allah’a yalvaran oldukça, şükretmek gerekir mes’ud halimize,
“Ey bize gönderilen yüce peygamber, sen,
“İtaat etmemiz gereken bir emirle geldin bize.”

Medine halkı, etrafa pırıl pırıl nurlar saçan Hz. Resûlullahın mübârek yüzünü görmek için sokaklara dökülmüştü. Çocuklar, bayramlıklarını giymişler, neşe ve sevinç içinde oynuyorlardı.

Evlerinin damından kadınlar, yollarda erkekler ona, “Hoşgeldin” diyorlardı:

“Muhammed geldi! Yâ Muhammed! Yâ Resûlallah!
Yâ Muhammed, Yâ Muhammed!”

Bu kalbî ve duygulu tezahürat arasında Peygamberimiz (s.a.v.) tevazu ve vakarı birleştiren müstesna bir eda içinde Kasvâ’nın üstünde yoluna devam ediyordu. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ilerlerken, önünden geçtiği her evin sahibi, kendisini evinde misafir etme şerefine nâil olmak istiyor ve devesinin yularını tutup, “Yâ Resûlallah, bize buyurun” diyordu.
Efendimiz ise, mübârek tebessümleri arasında, “Hayra erin, deveye yol verin. Ona gideceği yer buyurulmuştur.” diye cevap veriyordu. O mübârek hayvan da sağa ve sola bakarak kendiliğinden gidiyordu.

Yuları boynuna dolanmış Kasvâ, ilerleyerek Malik bin Neccaroğullarına ait develerin yanına kadar gitti ve oradaki boş bir arsaya çöktü.

Peygamber Efendimiz, üzerinden hemen inmedi. Deve az sonra ayağa kalktı, biraz ilerledikten sonra birdenbire geriye döndü ve ilk çöktüğü yere geldi. Oraya tekrar çöktü ve artık kalkmadı. Boynunu ve göğsünü yere uzatarak tatlı tatlı böğürmeye ve sağa sola debelenmeye başladı.

Dikkatler Kasvâ’nın üzerine çevrilmişti. Resûl-i Ekrem, onun çöktüğü yere mi misafir olacaktı, yoksa başka bir yere mi? Henüz kimsenin bu hususta bilgisi yoktu. O sırada Neccaroğullarının mini mini masum kız çocukları, defler çalarak Sevgili Efendimize “hoşâmedi” ediyorlardı:

“Biz Neccaroğulları kızlarıyız. Muhammed’in akrabalığı, komşuluğu ne hoştur.”

Resûl-i Ekrem, bu masum yavruların samimî duygu ve sevinçlerini gülümseyerek karşıladı ve 

“Beni seviyor musunuz?” diye sordu. Hep bir ağızdan,

“Evet, seni seviyoruz, yâ Resûlallah.” dediler. Kâinatın Efendisi ise,

“Allah biliyor ki, ben de sizi seviyorum. Vallahi, ben de sizi seviyorum. Vallahi, ben de sizi seviyorum. Vallahi, ben de sizi seviyorum.” buyurdu.

Medineli Müslümanlardan her biri Fahr-i Âlem Efendimizin hanesine şeref vermesini can u gönülden istiyordu. Hatta bir ara Kasvâ çöktüğü zaman, Cebbar bin Sahr, kaldırmak için ayağıyla ona vurdu. Bunu farkeden Hz. Ebû Eyyûb el-Ensari hiddete gelerek şöyle dedi:

“Ey Cebbar! Sen benim evimin önünden kaldırmak için ona vurdun. Resûlullahı hak dinle gönderen Allah’a yemin ederim ki, İslâmiyet mâni olmasaydı sana kılıçla vururdum.”

Peygamberimiz (s.a.v.) Ebû Eyyûb’un Evinde

Kasvâ, ikinci sefer çöküp yerinden kalkmayınca, Peygamber Efendimiz, “İnşallah menzilimiz burasıdır.” buyurarak indi.

Böylece, İslâm ve cihân tarihinin kaydettiği en parlak hâdiselerden biri olan Hicret-i Muhammediye (a.s.m.) bu inişle sona eriyordu.

Müslümanlar merak ve heyecan içinde bekliyorlardı. Acaba kâinatın medar-ı iftiharı olan Resûl-i Kibriyâ kimin evini şereflendirecekti? Hepsinin göz ve gönüllerinde sevinç dalga dalga idi. Bu sevince Kâinatın Efendisini evlerinde misafir etmek hadsiz şerefini de katmak istiyorlardı.

Peygamber Efendimiz etrafını saranlara,

“Akrabalarımızdan hangisinin evi buraya daha yakındır?” diye sordu. Neccâroğullarından Ebû Eyyûb el-Ensâri Hazretleri sevinç ve heyecanla ortaya atıldı:

“Yâ Nebiyyallah! Benim evim daha yakındır. İşte şu evim, şu da kapısı.” diyerek gösterdi. Sonra da, “Müsâade buyurursanız, devenizin üzerindekileri oraya taşıyayım.” dedi ve Kasvâ’nın yükünü indirip palanını soydu ve evine taşıdı.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz de, 

“Kişi bineğinin ve ağırlığının yanında bulunur.” buyurdu ve Ebû Eyyub el-Ensarî’ye, “Git, bizi kabul için yer hazırla!” diye emretti.

Bu esnâda Medineli Müslümanların ileri gelenlerinden olan Es’ad bin Zürâre Hazretleri de teberrüken Kasvâ’yı alıp kendi evine götürdü.

Hz. Eyyûb el-Ensarî, derhal gidip evini hazırladı ve gelip Efendimize, “Yâ Resûlallah! İkinize de yer hazırladım. Allah’ın bereketi ile ikiniz de yerinize buyurunuz.” dedi.

Sevgi tezahürleri arasında Resûl-i Ekrem Efendimiz de kalkıp Ebû Eyyûb el Ensarî Hazretlerinin hânesine gitti. Böylece Kâinatın Efendisini ağırlama eşsiz şerefi bu aziz Sahabîye nasib oluyordu.

Fahr-i Âlem Efendimizin, Medine’ye teşrifiyle vatanlarından ayrı düşüp de gönülleri mahzun olan Muhacirlere taze kan geldi. Ensarın yüzü ve gönlü sürûra gark oldu. Medine ise sevinçten çalkalandı ve âdeta bir bayram havasına büründü. Ashab-ı Kiramdan Bera bin Azib, o müstesna gündeki sevinç ve heyecanı şu cümlelerle anlatır:

“Resûlullah (a.s.m.) Medine’ye gelince, Medinelilerin onun gelişine sevindikleri kadar, hiçbir şeye öylesine sevindiklerini görmedim. Kadınların, çocukların, ‘İşte Resûlullah geldi. İşte Muhammed (a.s.m.) geldi’ diyerek sevinçten coştuklarını müşâhede ettim.”

O zaman henüz bir çocuk olan Ensardan Enes bin Mâlik ise, şu sözlerle o günün azamet ve parlaklığını nazara vermek ister:

“Ben, Resûlullahın (a.s.m.), Medine’ye girdiği günden daha güzel, parlak ve daha azametli hiçbir gün görmedim.”

Mihmandar-ı Fahr-i Âlem Hz. Eyyûb el-Ensarî Hazretleri der ki:

“Resûlullah, evime şeref verdiği zaman, alt kata inmişti. Ben ve zevcem Ümmü Eyyûb ise yukarı katta bulunuyorduk.

‘Anam, babam, sana fedâ olsun, yâ Resûlallah! Ben, benim yukarıda olmamı, senin ise alt katta bulunmanı hoş görmüyorum. Bu durum bana çok ağır geliyor. Sen yukarı çık, orada bulun! Biz de aşağı inelim, orada oturalım.’

dedim. Resûlullah,

‘Yâ Ebâ Eyyûb! Evin alt katında bulunmamız, bize daha uygun ve münasibdir.’ dedi ve alt katta oturdu. Biz de meskende onun üstünde bulunuyorduk.”

O sırada içinde su bulunan testimiz kırıldı. Resûlullahın üzerine damlayıp, onu rahatsız etmesinden korkarak zevcemle tek örtüneceğimiz kadife yorganımızı hemen suyun üzerine bastırdık.”

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, fazla ziyaretçi geleceği ve onlarla rahat görüşüp konuşabilme düşüncesiyle alt katta kalmayı münasib görmüştü. Ancak, büyük îmân sahibi Hz. Ebû Eyyûb ve zevcesinin gönlü bir türlü rahat etmiyordu.

“Fahr-i Âlem alt katta, bizler üst katta, bu nasıl olur?” diye düşünüyor ve bundan son derece sıkılıyorlardı.

Hz. Ebû Eyyûb, bir gece uyandı ve bu duygunun tesiriyle bir türlü uyuyamadı. Ufak tefek eşyalarını evin bir başka tarafına taşıdılar ve orada uykusuz sabahladılar. Sabah olunca, Hz. Ebû Eyyûb, olanları Efendimize anlattı. Peygamber Efendimiz yine, “Aşâğısı bana daha uygundur.” dedi. Fakat, büyük Sahabî buna daha fazla tahammül edemedi ve “Yâ Nebiyyallah! Ben yukarıda, siz aşağıda olmaz.” dedi. Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz üst kata, Ebû Eyyûb ve zevcesi Ümmü Eyyûb ise alt kata taşındılar.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Ebû Eyyûb el-Ensarî Hazretlerinin mütevazı evinde tam yedi ay ikâmet buyurdu. Bu zaman zarfında Medineli Müslümanlar, bu eve yemekler taşımada ve Efendimizin ihtiyaçlarını yerine getirmede birbirleriyle âdeta yarışırlardı.

Hz. Ebû Eyyûb el-Ensarî’nin evine yerleşen Fâhr-i Âlem Efendimize, Medineli Müslümanlar her gün muntazaman yemek getirirlerdi. Hz. Ebû Eyyûb ve ailesi ise devamlı akşam yemeklerini hazırlarlardı. Hazırladıkları yemeklerden geri kalanını ise teberrüken yerlerdi.

Yine bir gece soğanlı ve sarımsaklı bir yemek yapıp göndermişlerdi. Resûlullah yemeği geri çevirdi. Ebû Eyyûb (r.a.), yemekte Resûlullahın parmaklarının izini görmeyince feryâd ederek yanına gitti,

“Yâ Resûlallah! Anam, babam sana fedâ olsun. Sen akşam yemeğini niçin geri çevirdin?” dedi. Resûlullah,

“O sebzede bir koku hissettim. Ondan yemedim. Ben arkadaşım Cebrâil’i rahatsız etmek istemem.” buyurdu ve ilâve etti: “İnsanı rahatsız eden şeyden, melekler de rahatsız olurlar.” Bunun üzerine Ebû Eyyûb,

“Yâ Resûlallah! Yoksa o yemek haram mıdır?” diye sordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz,

“Hayır! Fakat, ben kokusundan dolayı ondan hoşlanmadım.” buyurdu. Ebû Eyyûb Hazretleri de,

“Senin hoşlanmadığın şeyden ben de hoşlanmam.” dedi.

Mu’cizeli Bir Yemek Ziyafeti

Resûl-i Kibriyâ Efendimizin, Hz. Ebû Eyyûb el-Ensarî’nin evinde kaldığı sıradaydı. Hz. Ebû Eyyûb, Nebiyy-i Muhterem Efendimizle Hz. Ebû Bekir-i Sıddıka kâfi gelecek iki kişilik yemek yapıp getirmişti.

Peygamber Efendimiz ona, “Git, Ensârın eşrafından bana otuz kişi çağır!” diye emretti.
Hz. Ebû Eyyûb emri yerine getirdi. Otuz kişi gelip yediler. Sonra yine fermân etti: “Altmış kişi daha çağır!”
Hz. Ebû Eyyûb altmış kişi daha davet etti. Onlar da gelip yediler. Efendimiz sonra tekrar, “Yetmiş kişi daha çağır!” diye ferman etti.
Hz. Ebû Eyyûb bu emri de yerine getirdi. Yetmiş kişi daha gelip yediler.
Hz. Ebû Eyyûb der ki: “Kaplarda yemek daha kaldı. Bütün gelenler o mu’cize karşısında İslâmiyete girip bîat ettiler. O iki kişi için yaptığım yemeğimden yüz seksen adam yediler.”

Bu, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin mu’cizeli bir yemek ziyâfeti idi. Berekete dâir olan bu mu’cizeler gösteriyor ki,

“Muhammed-i Arabî Aleyhissalatü Vesselâm umuma rızk veren ve rızıkları halkeden bir Zât-ı Rahîm ve Kerîm’in sevgili me’murudur; pek hürmetli bir abdidir ki, rızkın envâında, hilâf ı âdet olarak, ona hiçten ve sırf gaybdan ziyâfetler gönderiyor.”

Hicrî Tarih

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz Medine`ye hicret ettiklerinde Müslümanların kullandıkları kendilerine mahsus bir tarihleri yoktu. Bunun üzerine Efendimizin hicretini başlangıç kabul ederek, “Resûlullahın gelişinden bir ay, iki ay sonra” diye Hicrî tarih kullanmaya başladılar.

Hz. Resûl-i Ekremin dâr-ı bekâya irtihâline kadar da bu suretle kullanıldı. Fakat, sonra kesildi, kullanılmadı. Hz. Ebû Bekir`in hilâfeti zamanı ile Hz. Ömer`in hilâfetinin dört senesi böyle geçti. Sonra resmî muâmeleler ve medenî münasebetlerin vakitlerini belli etmeye ve tâyinine ciddi gerek duyuldu.

Bunun üzerine Hz. Ömer, ashabı topladı. Onlarla istişâre etti. Sa`d bin Ebî Vakkas Hazretleri Peygamberimizin vefatı zamanının esas alınmasını, Talha bin Ubeydullah Hazretleri Efendimizin Peygamber olarak gönderiliş tarihini, Hz. Ali Resûl-i Kibriya`nın Medine`ye hicretlerini, başkaları ise Efendimizin doğum gününü tarihe başlangıç olarak kabul edilmesini teklif ettiler.

Hicretin on yedi veya on altıncı yılında toplanan bu şurânın müzâkereleri neticesinde Hz. Ali`nin teklifi üzerine ittifak edildi. Ancak hangi ayın başlangıç olarak kabul edileceği hususunda bir mutabakata varılmadı. Abdurrahman bin Avf Hazretleri, “Haram Ayların” ilki olduğu için Receb`i, Talha bin Ubeydullah Müslümanların mübârek ayıdır diye Ramazan`ı, Hz. Ali (r.a.) ise sene başıdır diye Muharrem`i başlangıç olarak teklif etti. Bu hususta da yine Hz. Ali`nin teklifi kabul edildi.

Böylece Kamer senesi esas ve Hicret tarihi başlangıç kabul edilerek, Müslümanlar kendilerine mahsus bir takvim tanzim etmiş oldular.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.