Taif Kuşatması Dönüşü Sırasında Olan Olaylar Ve Müellefei Kulub Uygulaması

27.07.2021
68
Taif Kuşatması Dönüşü Sırasında Olan Olaylar Ve Müellefei Kulub Uygulaması

Taif Kuşatması Dönüşü Sırasında Olan Olaylar Ve Müellefei Kulub Uygulaması

Peygamber efendimizin hayatı kategorimizde bu günkü yazımız ” Taif Kuşatması Dönüşü Sırasında Olan Olaylar Ve Müellefei Kulub Uygulaması “ konu ile ilgili tüm bilgiler bu yazımızda paylaşılmıştır.

Sürâka bin Cu`şum`un Müslüman Olması

Resûl-i Ekrem Efendimiz ashabıyla Tâif’ten Ci’râne’ye doğru yol alıyordu. Bu sırada Efendimize doğru birinin yaklaşmakta olduğu fark edildi. Müslümanlar onu tanımadıklarından buna mani oldular. Hattâ art niyetli biri olabilir düşüncesiyle, “Sen nereye gidiyor, ne yapmak istiyorsun?” diyerek üzerine yürümek bile istediler.

Müslümanların kendisini Peygamber Efendimize yaklaştırmayacağını anlayınca, hicret esnasında Hz. Ebû Bekir’in kendisi için yazmış olduğu yazıyı iki parmağının arasına alarak kaldırdı, “Yâ Resûlallah! Bu, benim için yazdığın yazıdır. Ben, Sürâka bin Cu’şum’um!” dedi.

Peygamber Efendimiz onu tanıdı, “Bugün, verilen sözü yerine getirme ve iyilik yapma günüdür!” buyurduktan sonra Müslümanlara, “Onu bana yaklaştırınız.” diye emretti.

Efendimizin huzuruna varan Sürâka şehâdet getirerek Müslüman oldu.

Sürâka der ki:

“Resûlullaha, ‘Yâ Resûlallah! Kendi develerim için doldurduğum havuzlarımın başını yitirilmiş develer sararlar. Havuzumdan onları sulasam, bana ecir ve sevap var mıdır?’ diye sordum. Resûlullah (a.s.m.),

 ‘Evet, her ciğeri olanı sulamakta insana sevap vardır.’ buyurdu.”

“Bundan başka bir şey sormadım. Sonra kavmimin yanına vardım. Mallarımın zekâtını ayırıp Resûlullaha gönderdim.”(Sîre, 2/135) 632

Ganimet ve Esirler
Yoluna devam eden Efendimiz Ci`râne mevkiine geldi. Tâif kuşatmasını kaldırıp dönüş yoluna devam eden Efendimiz Ci’râne mevkiine geldi. Mücahidlerin bu çarpışmalarda elde ettikleri ganimet ve esir sayısı oldukça fazlaydı.

Esir alınan kadın ve çocuk sayısı altı bini buluyordu. Alınan ganimet malları ise, yirmi dört bin deve, kırk bin davar ve dört bin ukiyye* gümüş idi.

Resûl-i Ekrem, Havazinlilerin gelip Müslüman olabilecekleri ihtimalini gözönünde bulundurarak, esirlerin taksimine hemen başlamadı. Bu arada, sahabînin birini Mekke’ye göndererek, esirler için elbiseler getirtip hepsini giydirdi.

On geceden fazla beklediği hâlde, Havazinlilerin gelmediğini görünce, Müslümanlar arasında bölüştürüldü.

Havazin Heyetinin Gelişi

Esirlerin mücahidler arasında taksim edilmesi işi henüz yeni bitmişti ki, Havazinlilerden bir heyet çıkageldi ve Peygamberimiz (s.a.v.)’e, Müslüman olduklarını, yurtlarındaki halkın da İslâmiyeti kabul ettiklerini haber verdi.

Havazinliler, Resûl-i Ekrem Efendimizin süt annesi Halime’nin mensup olduğu kabile idi. Yani Allah Resûlüne dadılıkta bulunmuş bir kabile idi. Bunu ileri sürerek kendilerine lütufkâr davranılmasını, mal ve esirlerin geri verilmesini istediler.

Resûl-i Ekrem onlara,

“Ben, tövbe edip gelirsiniz diye, ganimet ve esirleri bölüştürmeyi uzun bir müddet tehir ettim. Fakat siz artık çok geç kalmış sayılırsınız. Esirleri, mücahidler arasında taksim etmiş bulunuyorum. Onları size tekrar iâde etmem oldukça zor bir iştir.” dedi.

Bu konuşmasından sonra da onları iki şey arasında serbest bıraktı: İsterlerse mallarını, isterlerse kadın ve çocuklarını tercih edeceklerdi. Havazinliler, kadın ve çocuklarını tercih ettiler.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Hisseme ve Abdülmuttaliboğulları hissesine düşenleri size geri veriyorum.” buyurdu. Sonra da şu tavsiyede bulundu:

“Öğle namazını kıldırdığım zaman ayağa kalkarak, ‘Biz kadınlarımız ve çocuklarımız hususunda Allah Resûlünün Müslümanlar nezdinde, Müslümanların da Allah Resûlü nezdinde şefâatını diliyoruz.’ diye konuşursunuz. Ben de hissemi bağışladığımı tekrarlar, Müslümanların da bağışlanmasını isterim.”

Peygamber Efendimiz, öğle namazını kıldırınca, Havazinliler yapılan tavsiye üzerine ayağa kalkarak; Hz. Resûlullah ve Müslümanlardan esirlerinin bağışlanmasını taleb ettiler.

Resûl-i Ekrem, halkın huzurunda yüksek sesle hissesine ve Abdülmuttaliboğulları hissesine düşen esirleri bağışladığını tekrarladı. Bunu duyan Muhacir ve Ensarın hepsi de kendilerine düşen esirleri bağışladılar.

Böylece, Resûl-i Kibriyânın mübârek dillerinden dökülen bir iki cümle ile bir anda altı bin civarındaki esir kadın ve çocuk serbest bırakıldı.

Bu hadise, hem Nebiy-yi Muhterem Efendimizin engin şefkat ve merhametini göstermek, hem de Müslümanların ona mutlak bağlılıklarını aksettirmek bakımından dikkat çekicidir.

Mâlik bin Avf’ın Müslüman Olması

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Havazinlilere kadın ve çocuklarını geri verdikten sonra, “Mâlik bin Avf ne yapıyor?” diye sordu.

Havazin temsilcileri, “Kaçıp Tâif Kalesine sığındı. Şimdi, Sakiflilerin yanında bulunuyor.” dediler.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:

“Ona haber veriniz ki, eğer Müslüman olur, yanıma gelirse, kendisine ev halkını ve malını geri verir, ayrıca da yüz deve ihsan ederim.”

Heyet, haberi kendisine götürünce Mâlik, çıkıp Hz. Resûlullahın huzuruna gelerek Müslüman oldu. Resûl-i Ekrem vaad ettiği şekilde kendisine ev halkını, malını teslim etti, hem de yüz deve ihsanda bulundu. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz yüz deve ihsanından başka, düne kadar en şiddetli düşman olan Mâlik bin Avf’ı, kabilesinden Müslüman olanlar üzerine vâli tayin ederek taltif etti.

İnsanları güzel davranışları, tatlı sözleri ve bol bol ihsan ve iltifatlarıyla gönülden fetheden Peygamber Efendimizin bu ihsanı karşısında Mâlik bin Avf da gönlünün fethedildiğini şöyle ifade etti.

“İnsanlar arasında Muhammed’in bir benzerini şimdiye kadar ne görmüşüm ve ne de işitmişim. Kendisinden ihsan edilmesi istenildi mi, fazlasıyla verir. İstediğin takdirde, yarın meydana gelecek olan hadiselerden de sana haber verir.”

Bir ay kadar önce Müslümanlara karşı büyük bir ordu hazırlamış olan Mâlik bin Avf, o andan itibaren İslâmın emir ve hizmetindeydi.

Esirlerin sahiplerine iâdesinden sonra, Resûl-i Ekrem Efendimiz ganimetlerin taksimine başlayacaktı. O sırada bedevîlerden bir kısmı, “Yâ Resûlallah, deveden, davardan ganimetlerimizi bölüştür.” diyerek, Efendimizi rahatsız ettikleri ve ridâsından çekiştirdikleri görüldü. Bedevîler o derece ileri gittiler ki, Efendimiz bir ağaca dayanmak zorunda kaldı. Bu hareket karşısında Kâinatın Efendisi şöyle buyurdu:

“Siz, Allah’ın size nasip ettiği ganimeti aranızda bölüştürmeyeceğimi mi zannediyorsunuz? Vallahi, ganimet malları Tihâmenin ağaçları sayısınca bile olsaydı, hiçbir cimrilikte ve korkaklıkta bulunmadan onları aranızda bölüştürürdüm.” 

Sonra da eline bir deve tüyü alıp, herkesin görebileceği şekilde parmakları arasında tutarak kaldırdı ve şöyle buyurdu:

“Ey insanlar! Vallahi sizin ganimetinizden beşte bir dışında, bana şu tüy kadar bile geçmiş bir şey yoktur. Beşte bir pay da gerektiğinde yine sizlere harcanıyor.”

Bundan sonra ganimet mallarını saydırdı ve herkesin hissesine düşen miktarı dağıttırdı.

Müellefe-i Kulûba Yapılan İhsan

Ci’râne’de bulunan İslâm ordusunda Mekke’nin fethi günü Müslüman olmuşlardan iki bin kadar yeni iman etmiş kimseler yanında, henüz İslâmla şereflenmemiş Mekke ileri gelenlerinden de bir çok kimseler vardı. Yeni iman etmişlerin imanlarının sabitleştirilmesi, imandan mahrum bulunanların ise İslâma gönüllerinin ısındırılması için Peygamberimiz (s.a.v.) bir usûle başvurdu.

Bilindiği gibi ganimetin beşte biri Peygamberimiz (s.a.v.)’in tasarrufundaydı. Beytülmâl namına alınan beşte birden istediği ve lüzûm gördüğü yere sarfederdi.

İşte yukarıda zikrettiğimiz sebep ve gayeye binâen, yeni Müslüman olmuşları memnun etmek ve Müslümanlığa henüz pek ısınmamış Kureyş ileri gelenlerinin gönlünü İslâma ısındırmak için beşte bir ganimetten onlara fazlaca verdi.

Kureyş reisi Ebû Süfyan’a, oğlu Yezid ve Muâviye’ye yüzer deve ve kırkar ukiyye gümüş ihsanda bulundu. Böylece Ebû Süfyan ve oğulları toplam üç yüz deve ve yüz yirmi ukiyye gümüş almış oluyorlardı. Böylesine büyük bir kerem ve ihsana mazhar olan Ebû Süfyan, Efendimizin cömertlik ve ihsan severliğini şöyle dile getirdi:

“Anam, babam sana fedâ olsun! Sen ne kadar cömert ve iyilik seversin. Seninle sulh yaptığımız zamanlarda sen ne güzel bir sulhçu idin. Allah seni hayırla mükâfatlandırsın.”

Bunun yanında Resûl-i Ekrem, Kureyş ileri gelenlerinden bir kısmına iki yüz, bir kısmına yüzer, diğer bir kısmına da ellişer deve ihsan etti.

Safvan bin Ümeyye’nin Müslüman Olması

Safvan bin Ümeyye, Peygamberimiz (s.a.v.) ve Müslümanlara şiddetli düşmanlık ve muhalefette bulunanlardan biri idi. Hattâ, Mekke’nin fethi günü, görüldüğü yerde öldürülmesi emredilenler arasındaydı. Fakat, o da gönlü şefkat deryasını andıran Peygamberimiz (s.a.v.)’e iltica edince, affa uğramıştı. Müslüman olması için de iki ay mühlet istemiş. Peygamber Efendimiz ise ona dört ay mühlet vermişti. O da İslâm ordusuna katılmıştı.

Resûl-i Ekrem Efendimizin (a.s.m.) Ci’râne’de ganimetleri kontrol ettiği bir sıradaydı. Gözü bir anda henüz Müslüman olmamış Safvan’a takıldı. O, deve ve koyunlarla dolu vâdiye gözünü dikmiş dikkatlice bakıyordu. Bu dikkatli bakışı, Nebiy-yi Muhterem Efendimizin gözünden kaçmadı ve gönlünde yatanı sezmesine kâfi geldi:

“Ebû Vehb! Vadi pek mi hoşuna gitti?” diye seslendi. Safvan, “Evet” dedi.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “O halde o vadi içindekilerle beraber senin olsun!” buyurdu.

Safvan, birden şaşırdı, kulaklarına âdeta inanamıyordu. Hayatında kendisinden istenen hiçbir şey için “Hayır” demeyen Kâinatın Efendisinin bu ihsanı, cömertliği ve keremi karşısında hayret içinde bir müddet bekledikten sonra, kalbinin fethedildiğini şöyle ifade etti:

“Peygamber kalbinden başka hiçbir kimsenin kalbi, bu kadar temiz, iyi ve cömert olamaz!”

Safvan, artık kendini, İslâm nurunun, nübüvvet güneşinin cazibesini kaptırmıştı. Orada şehâdet getirerek Müslüman oldu.

Böylece senelerin İslâm düşmanı Safvan bin Ümeyye, Müslüman olması için aldığı dört ay mühletin henüz birinci ayı bitmişken kendini Müslümanlar safında buluyordu.

Müslümanlığını salih amellerle güzelleştiren Safvan, bu ihsanın âleminde yaptığı tesiri sonradan şöyle dile getirecektir:

“Allah Resûlü, bana bu ihsanda bulununcaya kadar, insanlar arasında kendisine en çok kin beslediğim bir kimse idi. Ama bu ihsandan sonra, insanların bana en sevgilisi olmuştu.”

Bu hadise, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin, insanları tanıma ve ona göre muamelede bulunma sanatında ne derece mâhir olduğunu açıkça gösteren bir misaldir. İnsanları kazanmada, bazen bir iltifatı, bazen bir tatlı sözü, bazen bir tebessümü, gülümsemesi, bazen güzel bir hareketi ve bazen de bir ihsanı yetiyordu. Onun bu ciheti bile başlı başına bir tetkik konusu teşkil eder.

Bu tetkik yapıldığı zaman görülecektir ki, Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.), dost kazanma sırrını, insanların gönlünü fethetmenin kanun ve kaidelerini tâ bin dört yüz küsur sene önce eşsiz bir şekilde sözleri, hareketleri ve davranışlarıyla ortaya koymuştur. Bir bakış, bir işâret, bir söz, bir tebessüm, bir hareket ile insanları kendine musahhar edebilmek, insanoğlunun örnek alması gereken bir peygamber hasletidir.

Peygamberimiz (s.a.v.)’in, Müslümanlığa henüz pek ısınmamış ve yeni Müslüman olmuş kimselerin ruh dünyasına tesir etmek üzere başvurduğu bir tatbikatın gerçek sebep ve hikmetini bilmeyen bazı Müslümanlar, rahatsızlık duydular. Onlar, bu hareketle Müslüman olmamış veya yeni Müslüman olmuşların kendilerine tercih edildiği, âdeta onlardan üstün tutulduğu düşüncesine kapılmışlardı. Ne var ki, Resûl-i Ekrem asla böyle bir düşünceyle hareket etmemişti. Nitekim, tasarrufunda hür olduğu beşte bir hisseden Müellefe-i Kulûba bol ihsanda bulunduğu sırada, huzurlarına ashabdan Sa’d bin Ebî Vakkas çıkmış ve “Yâ Resûlallah,” demişti, “Cuayl bin Sürâka dururken, siz tutup Uyeyney bin Hısn ve benzerlerine yüzer deve verdiniz.”

Resûl-i Ekrem Efendimiz, şikâyetin mâhiyetini çok iyi anlamıştı. Evet, ashabdan Cuayl, gerçekten maddî cihetten oldukça fakirdi. Ama iman cihetinden zengindi. İtirazın bu cihetten geldiğini bildiğinden, Resûl-i Ekrem, Sa’d Hazretlerine şu cevabı vermişti:

“Vallahi, Uyeyne ve Akra’ gibilerle yeryüzü dolsa, Cuayl yine onların hepsinden hayırlı ve daha faziletli olur. Ancak ben, onları İslâma, imana ısındırmak için bu tarz hareket ediyorum. Cuayl’ı, tereddütsüz bağlı bulunduğu Müslümanlığına ve âhirette kendisi için hazırlanmış bulunan mükâfatlarına havale ediyorum.”

Peygamber Efendimizi asıl üzen, Medineli Müslümanların bazılarından duyduğu sözlerdi. O Ensar ki, Kâinatın Efendisi kendilerine olan bağlılık ve sevgisini, “Benim hayatım sizin hayatınızladır. Ölümüm de sizin ölümünüzledir.” diyerek dile getirmişti.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, daha düne kadar İslâma ve Müslümanlara bütün şiddetiyle düşman olan, din uğrunda en küçük bir fedakârlıkta bulunmayan, bu yolda hiçbir zahmet ve meşakkat çekmemiş olan kimselere bolca ihsanda bulunuyordu. Ashabı düşündüren buydu. Nebiy-yi Muhterem Efendimizin bu davranışının gerçek hikmetini anlayamadıklarından dolayı da üzülüyorlar ve bu üzüntülerini tavırlarıyla belli ediyorlardı. Hattâ bazıları hoşa gitmeyecek sözler de sarf ediyordu.

Ensardan bazı kimselerin duyduğu bu üzüntü ve kırgınlığı Resûl-i Ekrem Efendimize, Sa’d bin Ubâde Hazretleri ulaştırdı.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz Ensarı bir araya toplayarak onlara,

“Ey Ensar topluluğu! Söylememeniz gereken bazı nâhoş sözleri söylediğinizi işittim. Sizler şöyle şöyle demişsiniz.” diye hitap etti. Bu hitap karşısında Ensardan bazıları özür beyan ettiler:

“Yâ Resûlallah,” dediler, “bunları biz değil, birtakım gençlerimiz söylemişlerdir.”

Resûl-i Ekrem Efendimiz, buna rağmen sözlerine şöyle devam etti:

“Ey Ensar! Sizler yollarınızı şaşırmış kimseler iken ben yanınıza gelmedim mi? Allah benim vasıtamla sizlere hidâyet ihsan etmedi mi? Sizler fakir ve yoksul iken, Allah vasıtamla sizi zengin kılmadı mı? Sizler birbirinize düşmanlar idiniz. Allah benim vasıtamla kalblerinizi ısındırıp birleştirmedi mi?”

Ensar cemaatı, “Evet, yâ Resûlallah,” dediler, “sen bizi karanlıklar içinde buldun. Senin sayende aydınlığa, nura kavuştuk. Sen, bizi bir ateş çukurunun başında buldun. Senin sayende ondan kurtulduk. Sen bizi dalâlet ve şaşkınlık içinde buldun. Senin sayende doğru yola kavuştuk.”

“Bizler, Allah’ı Rab, İslâmiyeti din, Muhammed’i de (a.s.m.) peygamber olarak kabul etmiş bulunuyoruz. Allah ve Resûlünün üzerimizdeki minnet ve nimetleri her şeyden üstündür. Allah ve Resûlüne minnettarız. Yâ Resûlallah, sen dilediğini yap!”

Buna rağmen, Nebiy-yi Ekrem Efendimiz sözlerine son vermedi. Gönüllerinde en küçük bir endişenin, en ufak bir kırgınlığın kalmasını istemiyordu. Sözlerine şöyle devam etti:

“Ey Ensar cemaati! Siz isteseydiniz şöyle diyebilirdiniz ve muhakkak doğruyu söylemiş olurdunuz:

“Sen bize yalanlanmış olduğun hâlde geldin. Biz, seni doğruladık. Sen, bize terk edilmiş olarak gelmiştin. Biz, senden hiçbir yardımı esirgemedik. Sen, yurdundan kovulmuştun. Biz seni aramızda barındırdık. Sen, bize yoksul olarak gelmiştin. Biz, sana kendi nefsimiz gibi baktık.”

 Evet, böyle deseydiniz, muhakkak ben de sizi bu hususta tasdik ederdim.”

Karşılıklı bu konuşmalardan sonra, Resûl-i Ekrem Efendimiz asıl söylemek istediğini şu veciz ve müessir cümlelerle ifade etti:

“Ey Ensar cemaati! Bazı insanlar elde ettikleri dünyalıklar, develer, koyunlar ile çıkıp giderlerken, sizler Allah Resûlü ile beraber yurdunuza dönmeye razı değil misiniz?”

Medineli Müslümanlar bu soruya hep bir ağızdan haykırarak, “Evet, yâ Resûlallah! Biz, buna razıyız.” cevabını verdiler. Bu cevap üzerine Peygamber Efendimiz, mânâ âlemlerini bir anda değiştiren hitabesini şöyle bağladı:

“Muhammed’in varlığı kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer hicret fazileti olmasaydı, Ensardan bir ferd olmayı arzu ederdim.”

“Allah’ım! Ensarın oğullarına, onların da oğullarının oğullarına acı ve merhamet et!

Fahr-i Kâinat Efendimizin bu samimi, bu muhabbet ve sevgi dolu sözleri karşısında, Medineli Müslümanlar kendilerini tutamayarak hıçkıra hıçkıra ağladılar. Öyle ki, gözlerinden akan yaşlar sakallarını ıslattı.

Artık kesin kararlarını vermişlerdi. “Biz, ganimet payı olarak Resûlullaha razıyız! Başka hiçbir şey verilmezse bile.” dediler. Bu eşsiz bir ganimet hissesiydi.

Cenab-ı Hak, Sevgili Resûlüne işte böylesine müstesna bir ikna kabiliyeti ihsan etmişti. Bir taraftan en şiddetli düşmanlarını ruhlara tesir eden sözleriyle İslâmın sinesine celb ederken, diğer taraftan dostların kendisine karşı duydukları kırgınlıkları da bir çırpıda bir tek hitabesiyle giderebiliyordu.

Ci`râne`den Mekke`ye

Zilkâde ayının bitmesine on iki gün kalmıştı.

Peygamberimiz (s.a.v.), Ci’râne’de bulunduğu zaman zarfında içinde namazlarını edâ ettiği mescide giderek orada namaz kıldı, duada bulundu, sonra da umre için ihrama girdi. Daha sonra Cir’âne’den ayrılarak ashab-ı kiramla gece Mekke’ye girdi. Yol boyunca telbiye getiren Efendimiz Beytullahı görünce telbiyeyi kesti.

Sabahleyin ashabıyla birlikte Kâbe-i Muazzamayı tavaf etti. Sonra da Safâ ve Merve arasında sa’y yaptı. Sa’yın yedinci devresinde Merve yanında başını tıraş ettirdi.

Bu umrede Efendimiz kurban kesmedi.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, artık Medine’ye dönmek niyetindeydi.

Bunun için, daha önce Mekke vâliliğine tâyin ettiği Attab bin Esîd’e aynı vazifeyi tekrar verdi. Muaz bin Cebel Hazretlerini de İslâmı anlatmak ve Kur’an öğretmek üzere orada bıraktı.

Bundan sonra Mekke-i Mükerreme’den yola çıktı. Zilkâde ayının bitmesine bir kaç gece kala Medine-i Münevvere’ye kavuştu.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.