Müşriklerin Peygamberimize Yeni Teklifleri
Müşriklerin Peygamberimize Yeni Teklifleri
Hidâyet dairesi gittikçe genişliyordu. Îmân ve Kur’ân nûru bütün haşmet ve parlaklığıyla ruhları aydınlatmaya devam ediyordu.
Kureyş müşriklerinin telaş ve endişeleri ise had safhadaydı. Hele parmakla gösterilen kahramanlarından biri olan Hazret-i Hamza’nın inananlar tarafında beklenmedik bir zamanda yer alması kendilerini bütün bütün şaşırttı. Şirk kalesinde gün geçtikçe yeni ve daha büyük gediklerin açılması, onları değişik planlar kurmaya ve yeni yeni tertiplere girmeye sevketti.
Bir gün, Kureyş kabilesi ileri gelenlerinden Utbe bin Rebîa, bir grup müşrike,
“Ey Kureyşliler! Muhammed’in yanına gidip konuşsam ve kendisine bazı tekliflerde bulunsam, nasıl olur? Umulur ki, o bu tekliflerden bazılarını kabul eder, biz de arzusunu yerine getiririz. Böylece kendisi de belki bize karşı yaptıklarından vazgeçer.” diye teklif etti.
Topluluk tarafından teklif kabul edildi. Bunun üzerine Utbe, o sırada yalnız başına Mescid-i Haramda bulunan Nebiyy-i Zîşan Efendimizin yanına vardı ve sözüne şöyle başladı:
“Ey kardeşimin oğlu! Biliyorsun ki, sen aramızda şeref ve soy sop üstünlüğü bakımından bizden daha hayırlısın ve ilerisin. Ancak sen kavminin başına büyük bir iş açtın. Bu işle onların birliğini dağıttın, akılsız olduklarını söyledin. Tanrılarını ve dinlerini kötüledin. Onların gelmiş geçmiş baba ve atalarını kâfir saydın. Şayet beni dinleyecek olursan, sana bazı tekliflerim olacak. Bunlar üzerinde düşünüp taşınmanı istiyorum. Belki bazılarını kabul edersin!”
Resûl-i Ekrem Efendimiz,
“Söyle ey Velid’in babası! Seni dinliyorum.” deyince, Utbe tekliflerini sıralamaya başladı:
“Sen ortaya attığın bu mesele ile şayet mal ve servet elde etmek gayesinde isen, mallarımızdan sana hisse ayıralım, hepimizin en zengini olasın.”
“Eğer, bir şeref peşinde isen, seni kendimize reis yapalım.”
“Yok eğer bu sana gelen, görüp de üzerinden atmaya kuvvetin yetmeyen bir evhâm, cinlerden, perilerden gelme bir hastalık ve sihir ise, doktor getirtelim, seni tedâvi ettirelim. Seni kurtarıncaya kadar mal ve servetimizi harcamaktan geri durmayalım.”
Utbe tekliflerini yapmış ve susmuştu. Konuşma sırası Resûl-i Ekrem Efendimize gelmişti. Utbe’ye,
“Ey Velid’in babası, söyleyeceklerin bitti mi?” diye sordu.
Utbe’den, “Evet” cevabı gelince, Resûl-i Ekrem,
“O halde, şimdi sen beni dinle.” dedi ve besmele çekerek Fussilet Sûresinin 1-36 arasındaki âyetleri kemal-i vakar ve heybet içinde okumaya başladı:
“Hâ mim. Bu kitap, bilen bir topluluk için Allah’ın rahmetiyle müjdeleyici ve Onun azâbından sakındırıcı olmak üzere, âyetleri açıklanıp ayırd edilmiş Arapça bir Kur’ân olarak Rahmân ve Rahîm olan Allah tarafından indirilmiştir. Fakat onların çoğu yüz çevirdiler; artık hakka kulak vermezler…”
Sûreyi secde âyetine kadar okuyup secde eden Peygamber Efendimiz, Utbe’ye döndü ve,
“Ey Velid’in babası, okuduklarımı dinledin! Artık gerisini sen düşün!” dedi.
Kur’ân’ın nazmındaki i’caz, mânasındaki tatlılık Utbe’nin çehresini birden değiştirmişti. Öyle ki, bunu Kureyşliler fark ettiler. Birbirlerine söylendiler:
“Vallahi, Ebu’l-Velid, çehresi değişmiş olarak dönüyor!”
Yanlarına gelince,
“Ne getirdin, anlat bakalım?” diye sordular.
Utbe,
“Vallahi, ben, ömrümde benzerini hiç işitmediğim bir kelâm işittim. Yemin ederim ki, o ne şiirdir, ne sihirdir ne de kehânettir!” dedikten sonra sözlerine şöyle devam etti:
“Ey Kureyş topluluğu! Beni dinleyin de, hatırım için bu işin peşini bırakın, bu adamdan vazgeçin! Ondan uzak durun, ona dokunmayın! Yemin ederim ki, benim ondan dinlediğim söz, büyük bir haberdir. Siz onu, sizin dışınıza kalan Arap tâifelerine bırakırsanız daha iyi etmiş olursunuz. Onlar, ona engel olurlar. Eğer o, Araplara üstün gelirse, onun hâkimiyeti sizin hâkimiyetiniz, onun şerefi sizin şerefiniz demektir. Onun sayesinde insanların en mes’ud ve bahtiyarı olursunuz.”
Utbe’nin konuşması, Kureyşlilerin hiç de hoşuna gitmedi. Tepki göstererek,
“Ey Velid’in babası! Gene o, seni dili ile büyülemiş.” dediler.
Sözlerinin dinlenmediğini gören Utbe ise, “O halde, istediğinizi yapın!” diyerek yanlarından uzaklaştı.1
Böylece müşrikler, Server-i Kâinat Efendimiz karşısında mağlubiyet üzerine mağlubiyete uğruyorlardı. İslâm davasına karşı tedbir ve çareleri bir bir tükeniyordu. Başvurdukları her tedbir ve plân geri tepiyor, hatta aleyhlerine tecelli ediyordu!.
Çünkü; Cenâb-ı Hakkın, “Ben nûrumu tamamlayacağım, kâfirler, müşrikler istemeseler bile.” diye va’di vardı.
Resûlüne emri şuydu:
“Sana vahyettiklerimi halka bildir, korkma, çekinme. Çünkü, ben seni insanlardan, onların şer ve belâlarından koruyacağım.” 2
Bunun için de, Allah Resûlü (a.s.m.), îmân ve İslâmiyete davet vazifesine bıkmadan, usanmadan, korkmadan, çekinmeden devam ediyor, bütün gayretiyle gönüller üzerinde Tevhid Bayrağını dalgalandırmaya çalışıyordu. Bunun neticesi olarak da, inananların safı gittikçe hem daha sıklaşıyor hem de güçlenip kuvvetleniyordu.
Mekkeli müşrikler, ne eziyet ve işkencelerin ne de makam, mevki, mal ve servet tekliflerinin Peygamber Efendimizi bir an bile dâvâsında tereddüde düşürmediğini artık kesinlikle anlamışlardı. Bu sebeple, karşısına değişik tekliflerle çıkmaya başlıyorlardı.
Bir gün Peygamber Efendimize,
“Rabbine duâ et. Eğer Safâ Tepesini bizim için altına çevirirse, biz o zaman seni tasdik eder, sana îmân ederiz!” dediler.
Böyle bir isteği yerine getirmek, elbette insan güç ve kuvvetinin üstünde bir işti. Ama Allah’ın kuvvet ve kudreti yanında basit bir hadiseydi. Müşrikler, böylesine herhangi bir insanın yapamayacağı şeyleri Peygamber Efendimize teklif etmekle âdetâ kendilerini teselli etmeye çalışıyorlardı.
“Bakın işte bu isteğimizi yerine getirmedi. Öyleyse neden îmân edelim?” demek istiyorlardı.
Diğer istek ve tekliflerinde Resûl-i Ekrem Efendimiz, hep bunları yapmanın kendi vazifesi olmadığını, onların ancak Allah’ın isteğiyle, kuvvet ve kudretiyle meydana gelebileceğini ifâde etmesine karşılık, bu tekliflerine aynı cevapla karşılık vermeden,
“Teklifiniz yerine gelirse, bu dediğinizi gerçekten yapar mısınız?” diye sordu.
Hep birden, “Evet, yaparız.” dediler.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, ellerini açarak Kudreti sonsuz Rabb-i Rahîmine yalvarmaya başladı. Elbette, Sultan-ı Levlâkın niyazı cevapsız kalamazdı. Anında Cebrâil (a.s.) gelerek,
“Allah Teâla, seni selâmlıyor ve; istersen, onlara Safâ Tepesini altın yapayım. Ancak, bundan sonra da onlardan kim inkâra kalkışırsa, varlıklarımdan hiçbirine yapmadığım bir azapla onları azaplandırırım. Yok, istersen onlara tövbe ve rahmet kapılarını açık bırakayım, diyor.” dedi.
Alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (s.a.v.), iki teklif arasında serbest bırakılmıştı. Cenâb-ı Hak, istediğini yapacaktı. Buna rağmen o, kendisini böylesine rahatsız edip, sıkıntıya sokan kavmine acıdı ve Rabbinden dileği şu oldu:
“Hayır, Allah’ım! Onların isteklerini yerine getirme. Kendilerine rahmet ve tövbe kapılarını açık bırak.”3
Evet, Peygamber Efendimiz “alemlere rahmet olarak” gönderilmişti. Kalb ve vicdanı, merhamet ve şefkatin menbâı idi. Kendisine zulmedenlere, kendisine eziyet ve hakarette bulunanlara bile yeri geldikçe acıyor, onları affediyordu. Hiç bir zaman şahsı için intikam alma yoluna gitmiyordu. Kendisine zulmedenlere dahi îmân saâdeti ve İslâm hidâyeti diliyordu.
O, bu engin şefkat ve merhamet ve bu derin af ve müsamaha ile, gönülleri fethetmiş, kalp ve ruhları nûru etrafında pervane gibi döndürmüştür.
Yapılan her teklif Resûl-i Ekrem Efendimiz tarafından reddedilmesine rağmen, müşrikler yeni yeni teklifler bulup ileri sürüyorlardı.
İleri gelenleri, bir gün Resûl-i Ekreme,
“Sana, içimizde en zengin adam olacak şekilde mal verelim. İstediğin kadınla evlendirelim. Yeter ki sen, ilâhlarımızı kötülemekten vazgeç.” dediler. Sonra da şöyle konuştular: “Eğer, bu dediğimizi kabul etmez ve yapmazsan sana yeni bir teklifimiz var. Hem senin için hem bizim için hayırlı olan bir teklif?”
Resûl-i Ekrem,
“Nedir, o hayırlı teklif?” diye sordu.
Kureyş ileri gelenleri,
“Sen bizim tanrılarımız olan Lât ve Uzza’ya bir yıl tap, biz de senin İlâhına bir yıl tapalım”4 dediler.
Bu, Kureyş müşriklerinin bir oyunu, bir tuzağı idi. Akıllarınca Resûl-i Ekremi böyle bir teklifle kandırmayı düşünüyorlardı. Fakat, hayatının gayesi şirk ve küfürle mücadele olan Kâinatın Efendisi elbette bu tuzağa düşmeyecekti. Nitekim Cenâb-ı Hak, bu hâdisenin hemen sonrasında “Kâfirûn” sûresini indirdi:
“De ki: Ey kâfirler! Sizin taptıklarınıza ben ibâdet edecek değilim. Benim ibâdet ettiğime de siz ibâdet edecek değilsiniz. Ben zâten sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim ibâdet ettiğime ibâdet etmezsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana.” (Kâfirun: 109/1-6)
Peygamberimiz (s.a.v.) inen bu sûreyi kendilerine okuyunca, müşrikler bu tekliflerinin de neticesiz kaldığını anlayarak bu yoldaki ümitlerini de yitirdiler.
Müşriklerin Üç Sorusu
Hazret-i Resûlullahın davası karşısında çaresizlikler içinde kıvranan Mekke müşriklerinin aklına yeni bir fikir geldi: Yahudi âlimlerinden Peygamberimiz (s.a.v.) hakkında bir şeyler öğrenmek.
Bu maksatla Medine’ye giden temsilciler, Yahudi âlimleriyle görüşerek Resûl-i Ekrem Efendimizin söylediklerinden, yaptıklarından bahsettiler. Sonra da,
“Siz elinde Tevrat bulunan bir milletsiniz. Bu adam hakkında bize bilgi veresiniz diye size başvurduk.” dediler.
Yahudî âlimlerinin, bu isteklerine cevapları şu oldu:
“O kimseye, ‘Geçmişteki o genç delikanlıların hayret edilecek maceraları ne idi? Yeryüzünün doğusuna, batısına kadar ulaşan, dönüp dolaşan zâtın kıssası ne idi? Ruhun mahiyeti nedir?’ Sorularını sorun. Eğer bu suâlleri cevaplandırırsa, bilin ki, o Allah’ın peygamberidir. Siz de ona tâbi olun. Yok eğer cevaplandıramazsa, o adam yalancı bir kimsedir. Kendisine istediğinizi yapabilirsiniz.”
Temsilciler, Mekke’ye dönerek durumu müşriklere anlattılar. Müşrikler, ümid ve sevinç içinde Peygamber Efendimize koşarak, bu soruları sordular. Kâinatın Efendisi, sorularını cevaplandırmak için mühlet istedi:
“Size yarın bildireyim.” dedi.
Bunu derken, o sırada “İnşallah (Allah dilerse)” demeyi unutmuştu. Bu sebeple, bir görüşe göre üç, diğer bir rivâyete göre ise on beş gün bu konuda hiçbir vahiy gelmedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) sıkıntıdan duramaz hâle gelmişti. Hele müşriklerin,
“Muhammed bizden bir gün mühlet istedi. Bunca zaman geçti, bize hâlâ bir şey bildirmiş değil.” diyerek dedikodulara başlamaları, bu sıkıntılarını daha da arttırdı. Öyle ki, kimseyle konuşamaz hâle gelmişti.
Nebiyy-i Ekremin, bu sıkıntıları fazla sürmedi, sonunda vahiy indi. Müşriklerin sorularına şöyle cevap verildi:
“Yoksa (Ey Resûlüm!) uzun zaman mağarada uykuda kalan Kehf ve Rakîm ashabı bizim mu’cizelerimizden şaşılacak bir şey oldular mı sandın? Hatırla ki o vakit o genç yiğitler mağaraya sığındılar da şöyle dediler: ‘Ey Rabbimiz! Bize, tarafından bir rahmet ihsan buyur ve işimizde bize bir muvaffakiyet hazırla.'” (Kehf, 18/9-10)
Bu âyet-i kerimlerde, müşriklerin birinci soruları cevaplandırılıyordu ve adı geçen gençlerin Ashab-ı Kehf olduğu bildiriliyordu. Sonraki âyetlerde ise Ashab-ı Kehf’in maceraları anlatılıyordu.
Müşriklerin ikinci sorularına ise şu âyetler cevap veriyordu:
“Sana Zülkarneyn’den soruyorlar. De ki: Size ondan bir hâtıra okuyacağım.” (Kehf, 18/83)
Sûrenin devam eden âyetlerinde ise, Cenâb-ı Hakk’ın Zülkarneyn’i iktidar sahibi yaptığı, ona bol vasıta ihsan ettiği ve bununla batıya doğru yol aldığı, yolculuğu esnasında bir kavimle karşılaştığı ve onları iyi işleri yapmaya davet ettiği belirtiliyor; sonradan doğuya doğru yol tuttuğu, burada da bir kavimle karşılaştığı ve onları da hayırlı işlerde bulunmaya çağırdığı beyân ediliyordu.
Müşriklerin üçüncü suâllerine ise şu âyet-i kerime ile cevap veriliyordu:
“Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Bilgi olarak da size pek az şey verilmiştir.” (İsra, 17/85)
Müşrikler, sordukları sorularına mükemmel cevap almışlardı. Buna rağmen, Peygamber Efendimizin davasını doğrulayıp, Ona uymaktan uzak durdular, şirkin ifradı içinde hayatlarına devam ettiler. Ancak, onların bu hak ve hakikattan yüz çevirmeleri, kendilerini felâkete sürüklemekten başka bir şeye yaramıyordu. Onlar direndikçe, îmân ve Kur’ân dâvâsı daha bir haşmet ve azametle gönüller üzerinde dalgalanmaya devam ediyordu.
Cenâb-ı Hak, ayrıca Peygamber Efendimizi de aynı sûrede şöyle ikaz ediyordu:
“Hiçbir şey hakkında ‘Yarın bunu muhakkak yapacağım.’ deme. Ancak ‘İnşallah’ deyip Allah’ın dilemesi şartına bağlarsan müstesnâdır. Unuttuğun zaman da yine Rabbini an ve ‘Umulur ki Rabbim beni bundan daha hayırlı ve doğru bir yola eriştirir.’ de.” (Kehf, 18/23-24)
Peygamber Efendimiz, bu ikazdan sonra, yapacağı bir şey hakkında “İnşâallah” demeyi her zaman hayatında bir prensip edindi.