Abdülmuttalib`in Rüyası ve Zemzem Kuyusunun Ortaya Çıkarılması
Abdülmuttalib`in Rüyası ve Zemzem Kuyusunun Ortaya Çıkarılması
Abdülmuttalib’in Rüyası
Peygamberimizin Dedesinin alnında parlayan Kâinatın Efendisine ait nûr, onun Kureyş’in reisliği makamına getirip oturtmuştu.
Sıcak bir yaz günü idi… Kâbe’nin yanındaki Hicr mevkiinde serin bir gölgede uyuyordu. Bir rüyâ gördü. Rüyâsında bir zât kendisine şöyle seslendi:
“Kalk, Tayyibe’yi kaz!” Sordu:
“Tayyibe nedir?”
Fakat, o zât sorusuna hiçbir cevap vermeden uzaklaşıp gitti.
Uyanan Abdülmuttalib heyecanlı idi. “Tayyibe” ne demekti? Tayyibe’yi kazmak nasıl olurdu? Rüyâya bir mânâ veremeden merak içinde o gün geceyi geçirdi.
Ertesi gün, aynı yerde yine uykuya dalmıştı. Aynı adam tekrar göründü ve seslendi:
“Kalk, Berre’yi kaz.”
Rüyâsında şaşkına dönen Abdülmuttalib yine sordu:
“Berre nedir?”
Adam yine hiçbir cevap vermeden oradan uzaklaşıp gitti.
Abdülmuttalib derin uykudan daha büyük bir merak ve heyecan içinde uyandı. Ne var ki, gördüklerine bir türlü mânâ veremiyordu. O gün ve geceyi de yine gördüğü rüyânın tesirinde geçirdi.
Ertesi günü idi. Yine aynı yerde yatıyordu. Aynı adam gelerek kendisine,
“Kalk, Mednûne’yi kaz.” dedi.
Derin uykuda, Abdülmuttalib, adama
“Mednûne nedir?” diye sordu.
Ama adam yine cevap vermeden uzaklaşıp gitti.
Abdülmuttalib’in merak ve heyecanı son haddine ulaşmıştı. Üç gün üst üste gördüğü rüyânın boş olmadığım elbette biliyordu. Ama mânâsını anlayacak en ufak bir ipucuna da sahip değildi.
Dördüncü gün yine aynı yerde uykuya yatan Abdülmuttalib, aynı adamın geldiğini gördü. Adam bu sefer şöyle seslendi:
“Zemzem’i kaz!” Abdülmuttalib,
“Zemzem nedir, nerededir?” diye sorunca, adamın cevabı şu oldu:“Zemzem bir sudur ki, hiç kesilmez, dibine erilmez. Hacıların su ihtiyacını onunla karşılarsın. O, Kâbe’de kesilen kurbanların kanlarının döküldüğü yer ile terslerinin gömüldüğü yer arasındadır. Alaca kanatlı bir karga gelip, orayı gagalar. Orada karınca yuvası da vardır.”1
Uyanan Abdülmuttalib’in heyecanına bu sefer sevinç de katılmıştı. Çünkü, rüyâyı mânâlandırmak için ipucunu elde etmişti. Zemzem kuyusundan defalarca bahsedildiğini duymuştu. Fakat, onun yerini kimse bilmiyordu. Çünkü Cürhümlüler, Mekke’den düşman istilâsı önünden kaçarken, Kâbe’nin bütün kıymetli mallarını Zemzem kuyusuna atmış, kuyunun üstünü de toprakla bir edip, belirsiz bir hâle getirmişlerdi. O zamandan beri Zemzem’in ismi var, kendisi yoktu.
Abdülmuttalib, artık Zemzem’in yerini bulup kazmakla vazifelendirildiğini anlamıştı. Derhal araştırmaya koyuldu. Rüyâsında kendisine öğretilen yere gitti. Bu sırada alaca kanatlı bir karganın süzüldüğünü ve yere konarak gagası ile bir yeri karıştırdıktan sonra havalanarak göğe doğru yükseldiğini gördü.
Abdülmuttalib’in sevincine diyecek yoktu. Senelerden beri gizli kalmış hayat bahşeden bir kuyuyu bulma ve ortaya çıkarma şerefine erecekti. Zemzem’in yerini tesbit etmişti ve sıra kazmaya gelmişti. Bu şerefi başkasına kaptırmak ve bu sırrı başkalarına açmak istemiyordu. Bunun için ertesi gün bir tek oğlu olan Hâris’i alarak tesbit edilen yere gitti ve kazmaya başladılar. Bir müddet devam eden kazı sonucu Zemzem Kuyusunun örülmüş duvar taşları ile bir dâire şeklindeki ağzı meydana çıktı. Abdülmuttalib sevinçliydi, heyecanlıydı. Âdetâ gözlerine inanamıyordu. Ama gözlerine inansa da inanmasa da görünen bir kuyu ağzı idi. Tekbir getirmeye başladı: “Allahü ekber! Allahü Ekber!”
Abdülmuttalib ve Kureyş İleri Gelenleri
Abdülmuttalib’in bu faaliyetini başından beri gözleyen Kureyşliler, işin artık ortaya çıkmak üzere olduğunu farkedince, büyüklerine haber verdiler. Bir müddet sonra, Kureyş büyükleri, kazılan yere geldiler ve Abdülmuttalib’e,
“Ey Abdülmuttalib! Bu babamız İsmâil’in kuyusudur. Onda bizim de hakkımız var. Bizi de bu işe ortak et.” dediler. Abdülmuttalib,
“Hayır, yapamam” dedi. “Bu iş sadece bana tahsis edilmiş ve aranızdan ancak bana verilmiştir.”
Abdülmuttalib’in bu kesin cevabı Kureyş ileri gelenlerinin hoşuna gitmedi. İçlerinden Adiyy bin Nevfel şöyle konuştu:
“Sen yalnız bir adamsın. Tek oğlundan başka dayanacağın bir kimsen de yok. Nasıl olur da bize karşı gelir, bize boyun eğmezsin?”
Bu söz, Abdülmuttalib’in âdetâ içini yaktı. Çünkü, Kureyşliler onu kimsesizlikle küçümsüyorlardı. Bu anlayıştan fazlasıyla rahatsız olduğunu hâliyle de belli etti. Bir müddet üzüntü içinde sustu. Sonra içini şöyle döktü:
“Yâ, demek sen beni yalnızlık ve kimsesizlikle ayıplıyorsun, öyle mi?”
Muhatabından hiçbir cevap gelmeyince, bir müddet düşündükten sonra, ellerini açarak yüzünü semaya doğru çevirdi ve,
“Yemin ederim ki, Allah bana on erkek çocuk verirse, bunlardan birisini Kâbe’nin yanında kurban edeceğim.”2 dedi.
Abdülmuttalib’in bu sözleri hem bir duâ, hem bir yemin, hem de bir adaktı.
Şam’a Gidiş
Hâdisenin burada sona ermeyeceği belli idi. Durum da bir hâyli nazikti. Böyle hâdiseler yüzünden aralarında çok defa çarpışmalar patlak vermişti. Bunu bilen Abdülmuttalib, kazı işinden o anlık vazgeçti ve işin bir hakem tarafından halledilmesini teklif etti. Teklifi kabul gördü. Hakemi tesbit ettiler: Şam’da oturan Sa’d bin Hüzeym.
Amcalarından birkaçını yanına alan Abdülmuttalib, Kureyş kabilelerinin ileri gelenlerinden bir grupla Şam’a doğru yola çıktı. Ne var ki, henüz Şam’a varmadan İlâhî kader onları durdurdu. Abdülmuttalib ve yanındakilerin suları, alev saçan çölün ortasında bitti. Bu kendileri için en büyük, en şiddetli düşmandan daha da tehlikeli idi. Abdülmuttalib’in müracaatına, Kureyş ileri gelenleri, “Suyumuz ancak bize yeter.” diyerek red cevabı verdiler.
Abdülmuttalib ile yakınlarının hayatı büyük bir tehlike ile karşı karşıya bulunuyordu. Ellerinde yapacakları hiçbir şey de yoktu. Çöl ortasında su aramak, serabın peşinde koşmaktan farksızdı.
Abdülmuttalib’in Su Aramaya Çıkması
Fakat her şeye rağmen Abdülmuttalib su aramaya kararlıydı. İçinden bir ses su bulacağını söylüyordu. Devesinin yanına geldi, onu ayağa kaldırdı. O anda, birden gözlerine inanamadı. Çünkü devenin bir ayağının dibinde pırıl pırıl parlayan, bir avuç su gördü. Bu durum, arkadaşlarını da sevindirmişti. Yeniden hayata dönmüş gibi oldular. Abdülmuttalib, kılıcıyla suyun çıktığı yeri genişletince, su daha gür akmaya başladı. Bu arada su vermeyen Kureyşliler, hayretle onları seyrediyordu.
Abdülmuttalib ve arkadaşları, sudan, kana kana hem kendileri içtiler hem de hayvanlarına içirdiler. Bir ara, Abdülmuttalib, kendisine su vermeyen Kureyşlilere döndü ve seslendi:
“Suya gelin, suya! Allah bize su verdi. Hem kendiniz için hem de hayvanlarınızı sulayın! Haydi, durmayın, gelin.”
Kureyşliler mahcup mahcup kaynağa yaklaştılar. Kana kana sudan içtiler. Hayvanlarını suladılar. Kırbalarındaki bayat suyu dökerek temiz su ile doldurdular.
Kureyşliler, Zemzem kuyusunu kazan ellerin kendilerine sunduğu bu serin ve temiz suyu içer içmez, âlemleri birden değişti. Mahcup ve suçlu bir edâ içinde Abdülmuttalib’e dönerek,
“Ey Abdülmuttalib,” dediler. “Artık sana diyecek bir sözümüz yok. Anladık ki, Zemzem’i kazmak senin hakkın. Bu işe ancak sen lâyıksın. Vallahi, Zemzem hususunda seninle bir daha münakaşa etmeyeceğiz. Artık hakeme gitmeye de gerek görmüyoruz.”
Ve hakeme gitmeden yarı yoldan tekrar Mekke’ye hep beraber döndüler.3
Mekke’ye dönen Abdülmuttalib, oğlu Hâris’le birlikte kazı işine devam etti ve kısa zamanda Zemzem’i ortaya çıkardı.
Kıymetli Mallar İçin Kur’a Çektiler
Zemzem kuyusundan bazı kıymetli mallar da çıktı. Bunlar arasında altından iki geyik heykeli ile kılıçlar ve zırhlar da vardı. Zemzem’i ortaya çıkarma hakkını daha önce Abdülmuttalib’e bırakan Kureyş ileri gelenleri, bu kıymetli malları görünce, hırs damarları tekrar kabardı. Yine Abdülmuttalib’in başına dikildiler.
“Ey Abdülmuttalib,” dediler. “Bu mallara seninle beraber ortağız. Bunlarda bizim de hakkımız var.”
Cömert ve sabırlı Abdülmuttalib önce,
“Hayır. Sizin bu mallar üzerinde hiçbir hakkınız yok” diyerek isteklerini reddetti. Sonra yine cömertlik ve mertliğini ortaya koydu. “Ben yine de size yumuşak davranayım. Aramızda kur’a çekelim.”
Bundan memnun olan Kureyş ileri gelenleri, “Peki, bu kur’ayı nasıl ve ne şekilde yapacaksın?” diye sordular. Abdülmuttalib, kur’ada takip edilecek usûlü anlattı:
“İki kur’a Kâbe için, iki kur’a benim için, iki kur’a da sizin için çekeriz. Kur’ada kime ne çıkarsa onu alır, çıkmayan da mahrum kalır.”
Bu usûl tarafsız bir hâl çaresi idi. Bu sebeple Kureyşliler sevindiler ve Abdülmuttalib’in bu davranışını takdir ettiler:
“Doğrusu,” dediler. “Pek insaflı davrandın.”
Kâbe’nin içinde Hübel putunun yanına vardılar ve kur’a çektiler. Kur’a sonucu, Kureyş ileri gelenlerinin bu mallarda hakları olmadığını bir kere daha ortaya koydu. Altın geyik heykeller Kâbe’ye, kılıç ve zırhlar Abdülmuttalib’e düştü. Onların payı ise mahrumiyet oldu. Ama artık itiraz edecek durumları kalmadı ve mesele böylece kapandı.
Abdülmuttalib, kılıç ve zırhları döğdürüp saç haline getirdikten sonra, bununla Kâbe’nin kapısını kapattı. Böylece Kâbe’yi altınla süsleyenlerden oldu.
Zemzem kuyusunu ortaya çıkardığı zaman Abdülmuttalib’in yaşı kemâl yaş olan kırkına basmıştı.
Otuz yıl sonra, Cenâb-ı Hakk’ın ihsanı ile erkek çocuklarının sayısı onu buldu. Bu sırada seneler önce yaptığı va’dini hatırladı: Erkek çocuklarından birini Kâbe’de kurban etmek. Ama hangisini? Hepsi de birbirinden güzel ve sevimli idi. Fakat Abdullah çok daha başkaydı.
Abdullah, Abdülmuttalib’in on erkek çocuğundan sekizincisi idi. Sîret ve surette diğer kardeşlerinden çok farklıydı. Dünyaya gelir gelmez babasının alnında parlayan Nur-u Muhammedî onun alnına geçmişti. Bu nur, yüzüne harika bir güzellik ve müstesna bir tatlılık bahşetmışti. Ama hiç kimse bu güzellik ve tatlılığın nereden ve niçin geldiğinin farkında değildi.
Maşallah canım hocam hikayenin devamı var mı acaba ♥️ Selam es selame
Devam edecek efendim. iyi günler